Allah bizi neden farklı dillerde, farklı renklerde, farklı milletler olarak yarattı? “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.”
Âyet-i kerimenin işâret ettiği bu farklılıklar, tanışma ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek, yabancı görmek veya düşman olmak için değildir. Çünkü her millet, her kabile ve her aşiret farklı İlahî tecellilere mazhar olarak değişik meziyetlere ve faziletlere sahip oldular. Tek bir milletin veya kabilenin insanlığın bütün meziyetlerini kendisinde toplaması mümkün değildir.
Âdil-i Hakîm olan Allahu Teâlâ faziletleri ve kemâlatı insanlar arasında dağıtmıştır. Her millet bir kısım meziyetlerle mümtaz kılınmıştır. Onun içindir ki âyet-i kerime milletlerin tanışıp birbirlerinin özelliklerinden karşılıklı istifâde etmelerini, yardımlaşmalarını emretmiştir. Ancak bu karşılıklı iletişim sâyesinde istenilen gerçek insanlık seviyesine çıkılabilir. Asr-ı Saadet gibi hakikî medeniyetler tesis edilebilir. Medine medeniyeti işte budur. Demek ki ayrılık ve farklılık, karşı karşıya olmak için değil; yan yana olmak içindir, tanışıp yardımlaşmakla meziyetleri bir araya getirmek, diğerini bir cihette tamamlamak içindir.
Nasıl ki insanın farklı âzâlara sahip olması, yaşaması içindir. Esas olan, âzâların karşılıklı uyum içinde çalışmasıdır. İnsanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez. Belki birbirinin noksanını ikmâl eder, kusurunu örter, ihtiyacını giderir, vazifesine yardım eder. Aksi halde o insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Emniyet ve asâyişi temin eden bir ordunun alaylara, taburlara, bölüklere ayrılması memleketi düşmanın tecâvüzünden korumak içindir. Yoksa ordudaki taburların, bölüklerin birbirlerine düşmanlık beslemesi veya aksine hareket etmesi için değildir.
Aynen öyle de, Müslümanlar farklı âzâlardan meydana gelen bir beden gibidir. Farklı milletlerden, kabilelerden oluşan büyük bir ordu gibidir. Farklı birimlerden teşekkül eden bir devlet gibidir. Bütün bu ayrılıklar Müslümanca, insanca hayatın devamı içindir. Birbirleriyle tanışıp yardımlaşmak içindir. Bütün istidatlarıyla, hakikî bir tesânüd, bir ittifak içinde birbirinin hareketini ikmal içindir, âhiretteki mutlak kardeşliğin dünyada bir numunesini tesis etmek içindir.
Çünkü Müslümanların Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları birdir. İşte bu kadar birler; kardeşliği, muhabbeti ve birlikteliği gerekli kılıyor. Aksi halde birbirini inkâr etmek ve düşmanlık beslemek Allah’ın kudretine bir iftiradır. O’nun bir delilini ve marziyatını kabul etmemektir.
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm “O’nun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması ve lisanlarınızın ve renklerinizin muhtelif olmasıdır. Muhakkak ki bunda bilen kimseler için kati deliller vardır.” (Rum, 22) diyerek farklı milletlerin Allahu Teâlâ’nın delillerinden biri olduğunu beyan etmektedir.
MİLLİYETÇİLİK TÜRLERİ
Bedîüzzaman Hazretleri milliyetçiliği iki kısma ayırmaktadır. Birincisi, menfî milliyetçiliktir. Yani ırkçılık düşüncesidir. İslâm’ın karşı çıktığı milliyetçilik budur. Başkasını yutmakla beslenen, diğer milletlere düşmanlıkla devam eden, başkalarını inkâr etmek üzere kurulmuş, zararlı ve uğursuz olan ırk anlayışına dayalı bir milliyetçilik düşüncesidir. Üstad bu anlayışı şöyle özetlemektedir “Menfî milliyet gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Onun içindir ki hadîs-i şerifte ferman etmiş “İslâmiyet, câhiliye ırkçılığını ortadan kaldırmıştır.” Ve Kur’ân dahi ferman etmiş “O zaman inkâr edenler kalplerine taassubu, câhiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da Resûlünün ve mü’minlerin üzerine sükûneti indirdi. Ve onları takva sözüne bağlı kıldı. Zâten (onlar) buna çok lâyık, buna ehil idiler. Allah ise, her şeyi hakkıyla bilendir.”
Asrın imamı, özellikle son üç asrı kasıp kavuran ve irili ufaklı birçok ulus devletin kurulmasına sebebiyet veren ırkçılık düşüncesinin pratikte çok da anlamlı olmadığını şöyle açıklamaktadır: İnsanlık târihinde yaşanan göçler, hicretler milletleri birbirine karıştırmıştır. Özellikle medeniyetlere beşiklik yapmış merkezler çok göç almışlardır. Milletler çok değişiklikler geçirmişlerdir. İşte bu hâlde Levh-i Mahfuz açılsa milletler ancak birbirinden gerçek anlamda ayrılabilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve cemiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır.
Irkçılık düşüncesinin zararlarını ise şöyle anlatmaktadır:
Bu düşünce Müslümanların ayrılığa düşüp parçalanmasına ve kolayca mağlup olmalarına sebep olduğu için öldüren bir zehir hükmündedir. Müslümanlar arasında düşmanlığa ve dağınıklığa sebeptir. Irka dayalı milliyetçilik fikri, Müslümanları parçalayan bir hastalık olduğu hâlde, milliyetçilik mânâsıyla gâyet zevkli ve câzibedar bir hâlet-i ruhiye verdiği için pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu menhus zevkin hatırı için her millet az çok bu fikre iştiyak göstermiştir. Hâlbuki ırkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azimdir, bir zenb-i azimdir.
Irkçılık, insanlığın düşmanıdır. Irkçılık düşüncesiyle hareket eden milletler, târihin şahâdetiyle dâhilde ve hâriçte birçok zararlar verip insanları tehlikeye atmış, kendileri de türlü tehlikelere maruz kalmışlardır. Irkçılık damarı, her hangi bir hatayı şahsîlikten çıkarıp âileyi, kabileyi veya milleti de aynı suçla haksızca mahkûm eder. Üstelik bu konuda kendisini haklı görür.
Nihâyette bu referansla hak ve adâletin sağlanması mümkün değildir. Bu yüzdendir ki ırkçılıkla hareket edenler, diğer milletleri ürkütüp kendilerinden küstürmüşler, korkunç ihtilaflara, savaşlara ve zulümlere sebebiyet vermiştir. Milletlerarası güven duygusu zedelendiğinden diğer milletlerin zararlarından korunmak için herkes her an uyanık olmak zorunda kalmıştır. Buna özellikle ikinci dünya savaşı ibretli bir örnektir.
İslâm târihine göz atıldığında Emevîlerin ırka dayalı milliyetçilik anlayışlarından dolayı diğer Müslüman milletleri incittiği ve gerçek adâleti sağlayamadığı görülür. Çünkü ırkçılık düşüncesiyle hareket eden bir hâkim, millettaşını tercih eder, adâlet edemez.
Irkçılık fikri ayrılık tohumlarını kalplerde ektiği için küçük, zayıf milletlerden oluşan farklı cemiyetleri meydana getirdi. Bu ise kuvveti dağıtıp Müslümanların mağlubiyetine sebep oldu.
İkinci kısım milliyetçilik ise müsbet milliyetçiliktir. Farklı milletleri ve kabileleri küçük görmeden, inkâr etmeden, onlara düşman olmadan, milletini sevmek, onlara şefkat etmek, yardım etmek ve gelişmelerine hizmet etmekte bir zarar yoktur. Çünkü bu düşünce fıtrîdir. Müsbet olduğu ve birlikteliği temin ettiği için İslâmiyet’in men etmediği bir düşüncedir.
Bu anlayışta menfaatini, diğer milletlerin zararında görmek yoktur. Bu sevgide ötekileştirmek yoktur. Toplum hayatının kendi içinden kaynaklanan ihtiyaçtan doğar. Yardımlaşmaya, dayanışmaya sebeptir. Menfaatli bir kuvvet temin eder. İslâm kardeşliğini pekiştirir. Fakat temelde masum olan bu yaklaşım dahi İslâmiyet’e hizmet etmeli, onun kalesi olmalı, zırhı olmalıdır. Yoksa İslâm kardeşliğinin yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet’in kardeşlik akdi semavîdir. Müslümanları kardeş îlan eden Allah’tır. Onun için bu kardeşlik bâkidir. Dünyevî dostluklar ve rütbeler gibi kabir kapısında son bulmaz. Berzahta ve âhirette de menfaat verecek ve devam edecektir.
Milliyetçiliğe dayanan kardeşlik ne kadar da güçlü olursa olsun, İslâmiyet’in bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine koymak; bir kalenin taşlarını, kaledeki hazinede saklayıp elmasları duvarda kullanmak nevinden akılsızca bir hareket olur. Çünkü Müslümanların yanında din ve milliyet kavramları bizzat birdir. Birbirinden ayrı değildir. Aralarında îtibarî, zâhirî ve zayıf bir ayrılık vardır. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. En büyük ortak paydadır. Üst kimliktir. Bu yüzdendir ki milletin hukuku düşünüldüğünde dînî gayret esas olmalıdır. Bu mozayiğin gerçek çimentosu olan din bağı güçlendirilmelidir. Çünkü din hem halkı, hem de ileri gelenleri gayrete getirebilecek bir üst kimliktir. Zâten tamamen milliyet ve ırk esasına dayalı samimî gayret ancak kendi menfaatini milletin çıkarlarına feda edebilen çok az insanda görülebilir. Öyle ise, hukuk-ı umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kalesi olmalı.
Özellikle biz şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim, dinî hislerdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işâret ediyor ki, şarkı yalnız hiss-i dinî uyandırır ve terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun en güzel delilidir.
Hakikî milliyetimizin esas ruhu İslâmiyet’tir. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nûranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsî kaledir.
İşte bu kutsî milliyetin râbıtasıyla, bütün Müslümanlar bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de birbirine İslâm kardeşliği ile bağlı ve alâkadar olur. Birbirine mânen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nûraniye ile birbirine bağlıdır.
İslâmiyet’in mukaddes milliyetinin, Müslümanların toplum hayatına kazandırdığı yüzlerce faydaları vardır. Mesela, Müslümanların büyük devletler karşısında hayatını ve varlığını sağlayan, Kur’ân’dan aldıkları şu fikirdir “Ben ölsem şehidim, öldürsem gâziyim.”
Bir mücâhit, bu anlayışla aşk ve şevk içinde ölümü gülerek karşılar. Bu kahramanca düşünce ile sayıca az olan gâzilerimiz, çok olan düşman kuvvetlerini titretmiştir. Acaba dünyada basit fikirli, saf kalpli olan insanların ruhunda böyle yüce bir fedakârlığı aşılayan hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet, onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?
Dinî bağlar üzerine tesis edilmiş bir kardeşlik fikriyle uyanmış bir Müslüman’ın himmeti, bütün ümmettir. Güya ümmet küçülmüş, o olmuş veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da İslâm milletini daha tatlı ve daha büyük bilir. Bütün Müslümanların kardeşliğini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, feda etmez mi? Elbette bin ruhu da olsa feda etmeğe iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Bu fikir sâyesinde bir fert, bir millet gibi kıymet alır. Çünkü bir adamın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Aksi halde dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almaktan dolayı, Müslüman olduğu halde “Nefsî nefsî” diyen bir kişi, yalnız kendini düşünür. Milletin menfaatini düşünmemekle ve şahsî çıkarını düşünmekle bin adam, bir adam gibi etkisiz kalır. Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değildir. Çünkü insanın fıtratı medenîdir. İnsanlığı düşünmeye mecburdur. Toplum hayatı ile ferdi hayat ancak bu idrakle devam edebilir.
GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARI VE IRKÇILIK
Günümüzde Müslümanlar, birbirine muhtaç, birbirinden mazlum ve birbirinden fakir oldukları halde, aralarındaki ayrılıklar yüzünden ecnebî tahakkümü altında ezilen topluluklar hükmündedir. Hâl böyle iken, Müslümanların ırkçılık fikriyle birbirine yabanî bakması ve birbirini düşman telakki etmesi, öyle bir felâkettir ki tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirmek gibi bir divâneliktir.
Hâlbuki İslâm dinindeki kardeşlik, ırka dayalı bağlar üzerine tesis edilmemiştir. Dinî ve vatanî ve sınıfî bağlarla bir kardeşliğin tesisidir ki bu anlayış, samimî bir kardeşlik ve sulhü, düşmanın tecâvüzüne karşı, yalnız müdâfaayı netice verir.
Hem ırkçılık/milliyetçilik fikirlerini ileri sürmek böyle bir zamanda büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onları görmezden gelip belki mânen onlara yardım etmek hükmündedir.
Irkçılık fikriyle Müslüman milletlere düşmanlık etmek veya onlara karşı cephe almak veya istenen ve emredilen ittifakı sudan sebeplerle temin edememek, birçok zararları ve tehlikeleri sonuç vermektedir. Müslümanlara hor bakmak, dolayısıyla İslâmiyet’e ve Kur’ân’a dokunmak demektir. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün Müslümanların dünya ve âhiret hayatlarına bir çeşit düşmanlıktır. Hamiyet namına topluma hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek; hamiyet değildir.
Hem ırkçılık düşüncesi, dinin mukaddesatına hürmetli olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor.
Hem İslâmiyet’in tesis ettiği ebedî kardeşliği zedelemek, duâlarıyla bizlere yardım eden bütün Müslümanların mânevî desteklerinden mahrum kalmayı sonuç verir.
IRKÇILIK VE DİNE HİZMET
Üstad Bedîüzzaman milliyetçilik düşüncesiyle hizmet etmek isteyen iki kısım insan olduğunu söyler.
Birincisi: Din hesabına, İslâmiyet’e sadakat namına güya dini milliyetçilikle takviye etmek düşüncesinde olan insanlardır. Bu insanlar “Nuranî bir ağaç hükmünde olan dini milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz.” diye, milliyetçiliği esas tutarak dine taraftarlık vaziyeti gösteriyorlar. Hâlbuki kâinata köklerini salmış ve yerleşmiş olan İslâmiyet tuba ağacı mevhum, muvakkat, cüz’î, hususî, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak, aklın kabul etmediği ve bozmayı sonuç veren bid’akârane bir teşebbüstür.
İkincisi: Millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen “Milleti, İslâmiyet’le aşılamak istiyoruz.” diye, bid’aları icat ediyorlar. Evet, geçen yüzyıl Fransız ihtilalinden sonra gelişen ulus-devlet anlayışının hükmetmesinden dolayı milliyet asrı olabilirdi. Yaşadığımız çağ ise unsuriyet asrı değil! Ateizmin, sosyalizmin meseleleri hayatı, ahlâkı ve toplumu istilâ ediyor; unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da İslâm milletini ifsat ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.
Sonuç itibarıyla Bedîüzzaman Hazretleri Irkçılık düşüncesinin ilacını beş kelime ile formülüze etmiştir:
İslâmiyet dairesinde ittihad-ı kulûb; muhabbet-i milliye, maarif, çalışmak ve terk-i sefâhettir.
Biz Müslümanlar biriz, beraberiz, bir oldukça da diriyiz.