Kanuni taksimler rakkasesinde mevsim rüzgarları… alabildiğine akşamın yokuş söktüğü demlerde hazır ve hazirun bulunan efkarda ufkun çatlak yerlerini yamalıyor… Ve çizik çiziktir yazıların okunaklı olan yerleri…
Yani, hammal… Yani yevmiyici, yani günü kurtarası dünlerin çilesi…
Ve yırtık hüznün üzerindeki elbisesi…
Pat deyip ellerimi vuruyorum birbirine, çat kapı toz bulanık halleri gönlümün kuş konmazına kondurup.
Hakkımı helal eylediğim haksızlığımın yazgısı sızıyor destenin bir yerinden… Onca odun…Onca çalı çırpı… Onca diken… Onlarca geven geçiyor kalbimin perdelerinden…
Ucu dokunsa esrarıma, sırrımın neyi varsa faş edecek… İfşa edecek yani… Yani ortaya dökecek veya ortaya dökülecek… Ağzını tutamayacak yani… Ne gelirse söyleyecek… Yani hiddetten mi? Heyecandan mı? Yani candan mı? Camdan mı yoksa canandan mı? Bilinmeyecek…
Mahsun ve maznun bir eddainin kurb bilmez adem-i ilminden midir karipliği, gariplik idrakiyle kendine mal eden Ademliği… Kandilin alevlerinin siracı parlattığı sokaklarda kararsız salıntılara dönmüşlüğünün terennümü müdür şu müşevveş ahvalin aşiyana çökmüş abus ve kâbusluğu…Yoksa bu mecazın ihrakı mıdır icazı ferfeşan ışıklandıran? Bitmek midir eşiğinde sessiz, unufak ufalanarak…
Ne bileyim bir yerlerde ne varsa, ne… Ne kadarsa… Alına, moruna, tayına, kısrağına bakmayarak….
Doru, tüy, tül calbap, hicap demeden sekri bir cununla mecnuna atfen leyâli leylalıkları çekip felekten ve süzmeden… Hani kendinden geçerek.. Ben kimim, sen kimsin diyerek.. ve çökerek gecenin iki heceyi bir araya getiremediği korkuların titrek ve meramın peltek aksanıyla söyleyerek.. İki hatvede.. Yani iki adımda..Ve ya iki oturum iki dirilişte medetli bir pervazın penahında hava sahifelerini cezbeye getirip dokuyarak ve dokunmaktan öylece donarak kımıldamadan edepli bir bekleyişin hükmüne amade kalarak erimek, belki aşk… Ve aşk mı lazım gılafından sıyrılası esaretin özgürlüğü için… Seçip seçilesi divanikleri tıkabas saklamak mıdır yoksa.. Yoksa hüsnün gıyabında ve ya rana-i murakebenin siyamında bülbül kesilmek midir ele günemahrem.. Ve yahut yenilmez yutulmaz abrelerle sürmelemek midir güzellik…
Gül yanıklarım var bu aralar ve çoktan beri ve sanki ezelden berdevam… Külleri gözlerimin büyüsü… Anarken o ahsen evsafını şahapların inşikak ettirdiği taşlaşmış lümmemin karnında bin bir yadla.. aczim afilin bir butlanın altında inliyor.. Kesiliyor birer birer, meşk nağmelerimin afitap siluetlere yazıldığı hokkabaz neşvenin sesleri..
Derin yaralarımın vuslat ümitleriyle gökyüzüne baktığı zamanlara tüner birikintiliğimle yavaş yavaş…
Zor mudur şu revan halelerin şavkında çeşm-i aynın kamaşmadığı düşler kurmak… ağıtların ruhunu yitirdiği yerlerin sukünetinde rıza razı beraber bir bostandan rızkımızı aramak…
Belki de kolaydır çıraklığın çoraklığına affen ve tez canlılığında mazur.. Anladım evet, artık anladım ve hüşyarım müteyakkızım, yani dikkatli uyanık ve amadeyim emrin tuluuna grubum üzerine yemin ederim, diyebilmek…
Belki şu kaçınılmaz tükenmişliğin daimi bir menzilde menzilesinin koluna girecek bir çaresi vardır…
Belki seherin yüzündeki şu kırmızı bendenin beninde gizlidir.. Belki de ahmeri bir noktanın mihrakiyesidir nüktemin nutkunun makbul olduğu divan…
Belki at başı didinişlerin yerini emin bir beldeye terk ettiği hicaz niyetli ve hisli yolculukların azığının, cebi cepkini boş haybesini sırtlanarak, bi hoş ve bi huş olarak, bab-ı bahreynde buharlaşan bir damlalık ederini endişesini sevdasını kafesinden çıkarıp kuma toprağa kurağa karışmaktır iklimsiz ve ivassız…
Bazen muhayilemin mefkuresi nasihen dillenir; eğer, muhabbet olmasa, aşk kisvesinde kendini yakmasa ve bilmek ve tanımak koşumlarını hazırlamasa, şu şevk-i vuslatın kıvılcımı peşrev tutmasa visalin misali renksiz bir yazıdır beyaz bir kağıdun üzerinde okunmasız…
Belki arz-ı endam etmektir makber misal sofralarda ölürcesine turubi ve dirilmemecesine meyyit kim bilir…
Kabuğuna çatlatmak nüvenin hasretli hasleti.. Çatlayası kabuğun mermer.. Yıkılası şu bedestenin yankı sütunları.. Yıkılası duvarları hepsi beraber…
Hani sadrına aldıklarınla genişleyen veya daralan veya ağırlaşan hastalıklar gibi dizlerinin dibinden ayrılmayan firak kancaları.. Ve kalbur, eflakın kara deliklerden süzdüğü, karanlık ile aydınlığın birbirine benzer ikiz dereşıkırtılarıdır..Ve onlarca sene yıllanmışlarının bakırcılar çarşısında birkaç kuruşluk metelik bile etmediği yüklerin sıkletinde acı reçeteler hazırlayan kefaretlerin son ahvaline al buyur ettiği sancılarıdır…
Acaba hiçliğimi, hiçimi, hiç ender hiçliklerimi; emanın mahfelinde defin etmek midir umudun benden muradı…
Bir ayağı çukurda olan emellerin kanattığı kanatları mı var artık rüyalarımın…
Bir daha olmayacaksa bir daha göremeyeceksem şu neharı.. son kez şu nevmin subhunda evkata yakışır bir hüsünle uyanıyım ne olur.. Üveysi bir güneş kavursun şu vahayı..
Varıp varıp ulaşamayayım suzanın şulesinin hatırı kalmasın için…
Ve bana bırak, Hülyalarım büyütsün çiçeklerini kollarında sonsuza değin..
Heyhat! Türeğin yangın arayışlar kavradığında kavramları.. kırılgan yorgunluklar kırgınlıklarını bırakır mı? Olur ya bir pencerenin maviye bakan yerinde durup boyandığımızda müjdeli bir esenlik gelmemize gelip bulunur mu bizi…
Acaba; İzden ve izlerden, söz ve sözlerden dönmeyen bir ikrarla ve ebedi bir tekrarla yarılan gediklerin kertiğinden buluk çıkarmak mıdır yitiğini ve kendi söküğünü dikerek ve avuçlarına sığmayan özlemlerle ben geldim demek midir var olmak…
Mutluluk kurnalı bir muslukta turnaların sılaya taşındığı arzunun hem halinde hallenerek yakıncacık bir yakınliğın hoş geldiğinin de ısınarak koklamak mıdır duakarını memleket… Ve şu visali, bela-i elestten beri alnımın çatında mahşeri bir ahmerle barındırmışlığın tesellisi kavuşur mu intizârıma…
Sonra fermanım dermanım olur mu bunca bulacadan alacada tekmil… Sonra ötelerde kahvenin keyifli bir günü var… Sonra o kahveli günlerin bir de keyfiyetli gülü var… Ve daha sonra, sonunda olmadığı kadar layemut baharlar… diye dinlendirebilir miyim ruhumun lerzesini… Kalanı asuman dolusu itizardır kavlimce…