Göklerden gelen bir haber var!
Hal-i hazırı istinsah eden yüreklerde… Ve demlendiren efkârı…
Soluk soluk elem nefesleyen.
Kederden bir yığın oluşturuyor gazel renkli eylülün
aziz misafiri Ramazan’ın eteklerinde…
Göklerden gelen bir haber var!
“Hak dostu bir zat… eteklerine müntesib olanları cenab-ı Hak rüşde ve hidayete erdiriyor…
Hikmete, ledünniliğe, eşyanın hakikatine erdiriliyorlar…O Mahfuz gök levhalarını temaşa eder hale geliyorlar…
Tam bu noktada kendilerine pişdarlık eden, hakikatın berrak yüzünü onlara gösteren, kendilerini irşad eden zatın “şaki” olduğunu müşahade ediyorlar… Cebennemlik görüyorlar… Bedbaht görüyorlar…
Kopuş hep bu noktadadır… Sadakat bu noktada baş gösterir…
Fakat şeyhe hiç fütur gelmiyor.
Yerin dibinde görünüyor zahiren. Çünkü Allah nazarında “şaki” ama hiç fütur gelmiyor. Başını kaldırmıyor secdeden… Ellerini indirmiyor semadan…
Nasıl İndirsin? Yok, başka kapı. Bütün anahtarlar O’nun… Bütün kilitler O’nda…
Sadakat davasında mesleğinden Ebu Bekir radıyallahu anh’ın makamından bir zat kalır sadece yanında…
“Efendim nasıl sadık, ben de ona sadığım…” diyor ve gitmiyor…
Ondan sorunca arkadaşlarındaki haleti anlatıyor İstemese de:
“Efendim,sizi şaki olarak muşahede ettiler… Gidişleri ondandır.”
Acı ile tebessüm ediyor mürşid: “Ah ben kırk senedir Müşahede ediyorum… Ama nereye gideyim? Kapıyı yumrukluyorum ısrarla..”
Bu Dışarıda kalış, kapıya sadık olmaktan başka bir şey değil.
Göklerden gelen bir haber var!
Yoktur kırk senemiz… olur mu da meçhul…
Ama kırk senelik derbederliği ve serkeşliği ihtiva eden haletten haberdarız insaf gözlüğüyle… Nereye gidelim?
Rahmet o zat için ihtizaza geldiğinde, sema oynadığında, “Şaki” silinip, “Said” yazıldığında…
Ümitvar olmak… Ve Kalbi delen…
kapıya baktırmayan yeisin pençesinden alır mı bizi bu üveyk?
Hacil kulun sana geldi… Rezil kulun sana geldi…
Günahlarından bunalmış fizar eden kulun sana geldi…
Hani: Hak dostu bir zat ruhunu allah’a teslim edeceği anda evlatlarını çağırır ve onlara der:
“Benim Rabbim için yaptığım ve onu hoşnud edecek ve benim gönlüme itminan kazandıracak hiç güzel bir şeyim yoktur. Ben böylesine tepeden tırnağa seyyiata batmış bir vaziyette rabbimin karşısına gitmekten hicab ederim, sıkılırım… Beni şimdi kabre kaydukları zaman Rabbim münker nekirle beraber bakacak bana!
“Neyle geldin?” diyecek… Ben istemem böyle gitmek…”
“-Şimdi ben vefat ettim mi beni yakın… Ondan sonra da arta kalan külümü saçıverin fezaya… Sonra Mevla’m toplar da ben ne diyeceğimi bilirim…”
Rasul-ü Ekrem [asm] anlatıyor: Vefat eder. Hintliler gibi evlatları onu yakarlar. Cayır cayır yanar, kül olur savrulur gider…
Hakk’ın korkusundan…
Mevla’nın haşyetinden…
Allah, ferman eder, tüm zerrat toplanır ve ruhla münasebetini tesis eder…
Kabirde onun beklediği gibi, korktuğu gibi… Mevla-yı Müteal zuhur ediverir, tecelli ediverir…
“-Kulum sana bunu yaptıran ne idi?”
“-Allahım! Çok korktum… korkumdur…”
“-O halde bende seni affettim!
Ben benden bu kadar korkanı hataları, seyyiatı içinde bırakmam. Ben de seni affettim”
“Benim Rabbimin karşısına çıkacak hiçbir şeyim yoktur” demişti.
“Eğer Allah’ın büyüklüğüne göre kulluk yapacak olursam vallahi hiçbir şeyim yoktur!”
Yoktur! Çünkü Allah o kadar büyüktür ki, onun kulluğu o deryada katre kalır…
Ümitvar olmak…
Ve Haşyetinden deli olacak kadar korkmak!
Göklerden gelen bir haber var!
Hazreti Yahya camide iken, babası minberde Allah’ın azabından her hangi bir şey bahsetmezdi… Farkında olamadığı bir gün cehennemi vasfediverdi israiloğullarına… “Allah’ın azabı büyüktür, büyüklüğü kadar azabı da büyüktür. Büyüklüğü ve azabıyla sizi tehdit ediyor!”
Kim bilir daha neler söylediyse, birden bire camide bir feryad, bir bağırma, bir kendini yerden yere atma görüldü…”
“Eyvah Yahya burada imiş” dedi…
Günlerce dağlarda dolaştı, içeriye alamadılar, sofranın başına oturmadı, yatağına gelip uzanmadı…
Muhasibin Allah olduğu bir hesap gününün dehşeti!
Kalplarde haşyetin muvazenesi kurulurken… Bir ümit lem’ası da parıldıyor aynı mekanda…
Yıkıldıksa da, döküldükse de, perişan da olsak…
Başka kapı biliyor muyuz?
Teveccühümüz yalnız O’na!
O bize şöyle diyor:
“Eğer bana dağlar ağırlığında, ummanlar genişliğinde, yağın seyyiat ile dahi gelsen, eğer bana şirk koşmamış olarak
geldi isen, ben sana o kadar mağfiretle mukabele edeceğim… [Ahmed, Münziri]
Mağfiret… Müjdeler üstü bir müjde…
Afv dilerken “hatamı görme” mesajını veriyoruz…
Ama mağfiret, iade-i itibar edilmesidir… kulun evvelki masumiyetine kavuşturulmasıdır.
İşte muvazane!
Bunca rahmetiyle iltifat ve ragmetiyle istikbal eden… Dönüşümüze “lebbeyk kulum”
diyene teveccüh etmekte!
Göklerden gelen bir haber var.
“Buyur” diyene, “Buyum” deme günü bugün…
Elemden Çatlasa da kalb… Simsiyah olsa da yüzler. Tüm dokunmalarımızı, işitmelerimiz… Görmelerimiz zulme uğratılmışsa da nefsin tuzağında…
Dehşetinden büzülsek de haşyetin… Göklerden gelen bir haber var. İbrahim Ethem Hazretleri gibi deriz:
“İlahi, Senin Sana Başkaldırmış kulun sana geldi…
İsyan eden kulun sana geldi..
Günahlarımı itiraf ediyor ve sana dua ediyorum;
Eğer Günahlarımı affedersen bu zaten senin işindir…
Başka günah affeden yok ki!
Settar yok ki, Gaffar yok ki ona gideyim..
Eğer reddedersen ben kime gideyim?”