Anasayfa / Rîsâle-î Nûr / Eğitimde reform: Medresetü’z-Zehra

Eğitimde reform: Medresetü’z-Zehra

Mevzuya şöyle bir sualle başlayalım: Türkiye’nin ve âlem-i İslam’ın en önemli meselesi nedir? Âlem-i İslâm bu önemli problemi hangi yöntemlerle, nasıl çözecektir? Bu müthiş ve bir o kadar da mühim suale “Bedîüzzaman Hazretleri’nin teşhisleri ve problemlerin çözümü noktasında sunduğu tespitleri” çerçevesinde cevap bulmaya çalışalım.

Türkiye’nin ve âlem-i İslâm’ın en önemli meselesi hiç şüphesiz nesillerimize doğru, yeterli ve istikametli bir eğitimin verilemeyişidir. Ekonomik sıkıntılar, ahlâkî bozulmalar, terör olayları, sosyal hayatın bozulması, âlem-i İslâm’ın çözülmesi gibi aklımıza gelebilecek bütün olumsuzlukların temelinde eğitimdeki eksikliklerimiz vardır.

Hazret-i Üstad’ın ifâdesiyle “Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet ve ittifak silahıyla cihat edeceğiz.

Dünya ve âhiret hesabına geçecek en önemli eserimiz, hiç şüphesiz iyi bir eğitim vererek yetiştireceğimiz nesillerimiz olacaktır.
Kuruluşu Nebevî tedrisatın merkezi olan Ashâb-ı Suffa ile başlayan ve İslâm eğitim târihi içinde müstesna bir yeri bulunan medreselerimizde, 16. yüzyılın sonlarına kadar içinde bulundukları çağın bütün ilimleri beraber okutulmuştu.

İslâm târihi boyunca muhakkıkîn ulemanın hemen hepsi, kalbî ve aklî ilimleri kendilerinde mezc ve derç etmişler ve birçok alanda mütehassıs olmuşlardı. O mübârek ve mütebahhirîn âlimler, ulûm-u diniyede, fünûn-u medeniyede, mâneviyatta hep önde idiler.
Mesela, uyanık iken yetmiş defadan ziyâde sohbet-i Nebeviyeye müşerref olan İmam-ı Suyutî, Arap dünyasında en çok eser telif eden müellifti ve âdeta kalem oynatmadığı ilim dalı yoktu. Tefsir, hadis, fıkıh, nahiv, meanî, beyan, bedii, lügat başta olmak üzere, birçok dalda ihtisas sahibi bir âlimdi.

Daha bunun gibi Fahreddin-i Râziler, Seyyid Şerif Cürcanîler, İmam-ı Gazalîler, El- Cezerîler, Birunîler, İbn-i Heysemler, Cabir el Hayyanlar olmak üzere binlerce münevveri bu ilim deryalarına örnek verebiliriz.
Medreselerimizde dinî ilimlerle fen ilimlerinin mezc edildiği bu dönemlerde Müslümanlar; fennin, ilmin, sanatın, iktisadın, tıbbın, edebiyatın, felsefenin zirvesini yakalamışlardı. Oluşturdukları İslâm Medeniyeti bütün dünyada söz sahibi olmuştu. Dünya medeniyet târihinde, VIII. asırdan XVI. asra kadar olan dönem âdeta İslâm Medeniyeti’nden ibârettir.

Fakat o devirlerden bu tarafa gelindiğinde, hususan 17. yüzyıldan itibaren Avrupa fikir, fen ve teknoloji alanında hızlı gelişme gösterirken, İslâm dünyasında mektep, medrese ve tekkenin arası giderek açıldı. Bu süreçte medreseler sâdece dinî ilimlerin, mektepler fen ilimlerinin okutulduğu eğitim kurumları olarak tebârüz etmeye başladı. Eğitimdeki bu değişim, bu çözülme ve gevşeme; askerî, ticârî ve sosyal hayatın diğer alanlarına da sirâyet ederek maalesef kaht-ı ricâle sebebiyet verdi ve çağı yakalama dirâyetimizi zayıflattı.

MEDRESETÜ’Z-ZEHRA PROJESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
1898’de gazetede okuduğu bir haber, Üstad Bedîüzzaman’ın hayatında mühim bir dönüm noktası oluşturdu. Gazetenin haberine göre; İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladston, Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada Kur’ân’ı göstererek “Bu Kur’ân, Müslümanların elinde olduğu müddetçe biz onlara hâkim olamayız. Ya bu Kur’ân’ı onların elinden almalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” diyordu.
Bu haber Hazret-i Üstad’ın ruhunda fevkalade bir tesir uyandırdı. “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez mânevî bir güneş olduğunu, bütün dünyaya îlan ve ispat edeceğim!” diyerek hayatını bu Kur’ân ve îman dâvâsına adadı.
Üstadımız asrımız hastalıklarına neşter vuran bir nazarla “Med­re­setü’z-Zehra” projesini işte bu çözüm arayışıyla ortaya koydu. O, İslâm’ın her iki dünyayı da kucaklayan eşsiz iklimini yeniden tesis etmek istiyordu.

Avrupa’nın İslâm’ı ortadan kaldırma düşüncesine mukabil Üstad’ın düşündüğü çâre; çağın ihtiyaçlarına uygun; Müslümanları fikren, ilmen ve fennen üstün konuma getirecek, kuvvetli ve nitelikli bir eğitimi gerçekleştirmekti. Bu düşünceden hareketle üç önemli kurum olan medrese, tekke ve mektebi bünyesinde barındıran, kendisinin “Medresetü’z-Zehra” ismini verdiği İslâmî bir üniversitenin kurulmasını arzu ediyor ve şöyle diyordu:
Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüt eder.”
Üstad Hazretleri, İstanbul hükümetini bu konuda ikna etti ve Medresetü’z-Zehra üniversitesinin Van’da temelleri atıldı. Fakat 1. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla bu teşebbüs yarım kaldı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bu proje tekrar gündeme geldiyse de bu sefer başka sebepler yüzünden bunu tahakkuk ettirmek yine mümkün olmadı. Çünkü medreseler kapatılmış, farklı bir mücâdele safhası başlamıştı.

RİSÂLE-İ NURLARIN MÂNEVÎ MEDRESETÜ’Z-ZEHRA OLUŞU

Rahmet-i ilahî Üstad’ın niyetini başka şekilde tezâhür ettirdi. Bedîüzzaman Hazretleri 1926 yılında sürgün olarak gönderildiği Barla’da, Risâle-i Nur Külliyatı’nın telifine başladı. İlimde, kelâmda tecdit olan bu risâlelerle Medresetü’z-Zehra Üniversitesi’nde yapmak istediği eğitimin temelini attı. Risâleler, îmanî konuları ispat etmeleri cihetiyle medreseyi, marifetullah ve muhabbetullahı kazandırması itibarıyla tekkeyi, delillerini hem enfüsî hem de dış âlemden, fenlerden getirmesi itibarıyla da mektebi temsil ediyordu.

Delillerini Kur’ân’dan ve kâ­i­nat kitabından alan Ri­sâ­le-i Nur­lar, îman esaslarını ispat edip insanların taklidî îmanlarını tahkikî îmana dönüştürüyordu. Yalnız aklı değil; kalbi, ruhu ve diğer hisleri de doyurarak kişisel ve toplumsal bütün hastalıkların kaynağı olan îman zayıflığını izale ediyordu.

Asrın İmamı Risâle-i Nur’un bu özelliğini şöyle ifâde etmiştir “Risâle-i Nur, diğer âlimlerin eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez. Ve evliya gibi yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı; ruh ve sair latifelerin, duyguların yardımıyla hareket ederek en yükseklere uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i îmaniyeyi kör gözüne de gösterir.”

Risâle-i Nur ile îman hizmeti; o devirdeki bütün zorluklara, baskılara, hapislere, sürgünlere rağmen 1945’lere gelindiğinde Anadolu’nun her yerine yayılmıştı. Pek çok zorluk ve baskılara rağmen Risâle-i Nurlar kısa zamanda büyük bir rağbet gördü, milyonlarca insanın îmanî inkişafına vesile oldu. Bir de bu eserlerin hiçbir engele maruz bırakılmadan, eğitim kurumlarında ders kitabı olarak okutulduğunu, diğer sosyal alanlarda serbestçe okunduğunu, genç beyinlerin onları mütalaa edip bütün duygularıyla messedip istifâde ettiklerini düşünelim. Nice mânevî inkişafa ve mânevî fütuhata vesile olacağı aşikârdır.

Onun içindir ki Hazret-i Üstad, çok önemli gördüğü Medresetü’z-Zehra projesinin maddî cihetini biz gelecek nesillere vasiyet ederken, bu yeni mücâhede safhasında Risâle-i Nur’un yayıldığı merkezlerin bir “Medresetü’z-Zehra” hükmünde olduğunu şu cümlelerle ifâde etmiştir:
“Cenâb-ı Erhamürrâ­hi­mîn, Med­re­­se­tü’z-Zehra’nın mâ­nevî hü­vi­ye­tini Isparta vilâ­ye­tin­de tesis etti. Risâle-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşaallah istikbalde Risâle-i Nur şakirtleri o âli hakikatin maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.”

TEKKE VE MEDERESEYİ BİRLEŞTİRMEK
Medre­se­tü’z-Zehra pro­jesinin önemli bir ayağı, tekke ve medreseyi birleştirmektir: İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren Müslüman toplumlarda medrese ve tekke birbirinden kopuk, iki ayrı eğitim kurumu olarak değil, merkezî bir yapının iki ayrı fonksiyonu olarak faaliyet göstermiştir. Ama maalesef sonraki dönemlerde bir ayrışma sürecine girildi, medrese-tekke ihtilafı ortaya çıktı. Bu durum, medresenin salt bilim ekseninde kalmasına, eğitimin mânevî füyuzat ve tasavvufî terbiye cihetinden mahrum kalmasına sebebiyet verdi.

Üstad Hazretleri bir taraftan medrese ile mektebi birleştirmek isterken, öte yandan da İslâm târihi boyunca milyonlarca evliya yetiştiren tekkenin bu mânevî terbiye fonksiyonunu önemsiyor ve bu üç müesseseyi tek merkezde toplama hedefini şu mealde dile getiriyordu:
İslâmiyet hâriçte bir saray suretinde temessül etse; bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zâviye, salonu dahi hepsinin toplanacağı müşterek bir zemin olur. Biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, nuranî, sağlam bir saray şeklinde tezâhür eder.” Hazret-i Üstad, Medresetü’z-Zehra’nın çatısı altında bu üç kurumun kaynaşmalarını ve birbirlerinden istifâde etmelerini hem ilmin izzeti, hem mü’minlerin ittifakı, hem de ittihad-ı İslâm açısından gerekli görüyordu.

İTTİHAD-I İSLÂM
Hazret-i Üstad’ın Medresetü’z-Zehra ile hedeflediği en önemli meselelerden biri de hiç şüphesiz ittihad-ı İslâm’dı. İttihad-ı İslâm’ı temin eden ve ilk Osmanlı halifesi olan Yavuz Sultan Selim Han, “İhtilaf u tefrika endişesi Kuşe-i kabrimde hatta bî-karar eyler beni İttihadken savlet-i a’dayı defa çâremiz İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.” Yani “Ayrılık ve tefrika endişesi beni kabrimde dahi rahatsız eder. İttifakta düşmanı def etme çâremiz varken, eğer millet ittihad etmez de ayrılığa düşerse bu beni tâ derinden yaralar.” diyordu.

Yavuz Sultan Selim’e ittihad-ı İslâm’ı sağlama noktasında biat ettiğini söyleyen Bedîüzzaman Hazretleri, bu zamanın en büyük farz vazifesinin ittihad-ı İslâm olduğunu ifâde ediyordu. Bu maksat için ilk önce tevhid inancı ekseninde, fikir ve kalplerin ittifakını hedeflemişti. İttihad-ı İslâm ilimle olur diyor ve Medresetü’z-Zehra’yı bu ittihadın çekirdeği sayıyordu. Anadolu, Arabistan, Hindistan, İran, Balkan, Kafkas, Türkistan, Malezya, Endenozya gibi bütün İslâm ülkelerinden Medresetü’z-Zehra’ya talebeler celbederek Müslümanlar arasındaki kardeşlik ruhunu, birlik ve beraberliği inkişaf ettirmek niyetindeydi. Bu konudaki görüşünü şöyle ifâde etmiştir “Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârü’l-fünûn, bir İslâm Üniversitesi Asya’da dahi lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, menfî ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müspet ve kutsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile Kur’ân’ın اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ “Mü’min­ler ancak kardeştirler” kanun-u esasîsi tam inkişafa mazhar olsun.” Müslümanlar arasındaki kardeşlik tesis edilsin.

MEDRESETÜ’Z-ZEHRA NİÇİN ÖNEMLİDİR?
Üstad’ın tabiriyle dünya, mânevî bir buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Batı cemiyeti içinde doğan; bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi, ahlâkî çöküntü gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Televizyon, internet gibi kitle iletişim vasıtalarının son derece hızlı gelişme göstermesi, özellikle gençler için birer câzibe merkezi oluşturuyor.

Alkol, uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıkların kullanımı her geçen gün artıyor, gayr-i ahlâkî davranışlar normal bir davranışa dönüşüyor. Kötülükler âdeta küreselleşiyor. Bu müthiş, sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çârelerle karşı koyacak? Batının çürümüş, kokuşmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz.
İttihad-ı İslâm’ın gerçekleşmesi, memleketimizin ve İslâm ülkelerinin maddî-mânevî müreffeh birer ülke olmaları ve dünyanın küresel anlamda huzurlu bir atmosfere kavuşması için Bedîüzzaman’ın cihan-şümul değer taşıyan Medresetü’z-Zehra projesine her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç tehir edilmemeli; İslâm ülkeleri, sivil toplum kuruluşları gelecek neslin maddî mânevî gelişimini ve itminanını hedefleyen bir yaklaşımla mekteb, medrese ve tekke kurumlarını bünyesinde birleştiren bu projeye sahip çıkıp âcilen uygulamaya koymalıdır.
Hazret-i Üstad’ın vasiyet ettiği Medresetü’z-Zehra’nın maddeten inşası adına gelin hep beraber niyetimizi ve duâmızı bir kez daha yineleyelim. Rabbim, Medresetü’z-Zehra’nın maddî inşasını ankarîbüzzamanda nasip eylesin. Âmîn, bi-hurmeti Seyyidilmurselîn.

Bir yorum

  1. Rabbim tez zamanda Medresetü’z-Zehra’nın inşasını ve hizmetini bizlere göstersin. Bizleri de buna hizmetkâr eylesin. Amin.

Bu konuyla ilgili Yorum Yapın

Mailiniz yayınlanmayacak



Başa Dön
ergene haber ogretmenler.org felsefe çorlu haber