Ene, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ufuklara bakan derin bakış açısınca ele alınırsa daha iyi anlaşılabilir. İnsan türünün dünya macerası başladı başlayalı, bitmek bilmeyen bir ene sevdası ortaya çıktı. Kibir ve enaniyetinden dolayı, kardeşi Habil’i kıskanan Kabil, insanlığın ene macerasının ne kadar da uzun bir maziye dayandığını gösterir.
Ene bazen oldu kardeşi kardeşe, bazen oldu babayı oğula düşman etti. Bazen oldu ulvi ve geniş davaların önüne ene ile perde çekildi. Ama öyle zamanlar da geldi ki; enesinin mahiyetini anlayan evliyalar, asfiyalar sıddıklar çıktı ortaya. Ümmetin beyin takımı olan Ashab-ı Kiram Efendilerimiz ene şifresini çözerek yürüyüşüyle, konuşmasıyla, duruşuyla birer ahlak abidesi haline geldi. Onlar eneyi anlamak için cilt cilt kitap okumadılar. Sadece “teslimiyet” sırrını çözüp ihlas düsturlarını ve Efendimiz’in ahlakını zerrelerine kadar işlediler. Ve ashab, öyle zamanlar geldi ki Resulullah’a gelen okun üzerine boynunu uzatıp kendi şahsını davanın mümessilinin önünde hiçe sayıp “Allah onlardan razı, onlar Allah’tan razı” denilen ümmetin yıldızları haline geldiler.
O ashab “Anam babam Sana feda olsun ya ResulAllah” diyecek kadar teslimiyet sahibi oldular. O ashab ki “Ya Resulullah! Sen şu denize dalarsan, biz de Seninle birlikte dalarız” diyerek ölüme, Resulullah’ın arkasında gidebilmeyi göze almışlardı. Onlar davaları için şahıslarını, ailelerini, kimliklerini geride bırakmışlardı. İşte enenin mahiyeti daha iyi anlaşıldı ve davamız inkişaf etmeye başladı.
İşte bütün bunlar da göz önüne alınarak bilinmelidir ki hizmetlerimizin önüne şahıslarımız (enelerimiz) birer örtü olmaya başlarsa, bu dava zayi olmaya başlayacaktır. Eğer ki böyle umumi hizmet ve davalarda, şahısların menfaatleri ortaya girerse, davadan çok şahıslar görünür. Şahıslar kendi hizmetlerini ön plana çıkarırsa ve hizmette yarışırken, kendi enesini tatmin etmek ve kardeşini hizmetini kıskanmak nevinden bir yarış ortaya koyarsa ruh gider, kuru bir ceset kalır.
İman ve Kur’an hizmeti kusursuzdur. Eğer ortada bir kusur varsa, o kusur o hizmeti yapana aittir, hizmete değil. Hizmette hizmetli ön plana çıkarsa ve her bir şahıs hizmet olarak görülürse, hizmetlinin hatası, hizmete mal olur.
Bu yüzden bu hizmetin başında bulunan silsile, hiç bir zaman kendi şahıslarını ortaya koymamıştır. Vurguyu daima hizmete yapmıştır. Parmakla kendisini değil, hizmeti göstermiştir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı eserinde “Benim için medar-ı fahr ve gurur olacak bir liyakatım ve istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mucize-i maneviye-i Kur’aniyeye geçmiş biliyorum. Ve öyle itikad ettiğimden i’caz-ı Kur’ani hesabına izhar ederim. Bütün kıymet bir mucize-i Kuraniye olan Risale-i Nur’dadır. Hatta eskiden beri taşıdığım Bediüzzaman ismi O’nun imiş, yine O’na iade edildi. Risale-i Nur ise, Kur’an’ın malıdır ve manasıdır.” diyerek kendisini davanın içinde eritmiş ve güneşi göstermiştir. Bu gün eğer, dava yerine Üstad’ın şahsını ön plana çıkarır ve hizmeti O’nun şahsı üzerinden yürütmeye çalışırsak, en başta ona muhalif davranmış oluruz. Güneşi gösteren parmaklara değil, parmakların gösterdiği güneşe bakmak gerekir.
Bizler Resul-ü Ekrem(asm)’in ak ve pak olan davasına, ayın on dördü gibi parlayan mücadelesine, berrak, arı bir su gibi ahlakına bakmalı ve O’nu kendimize bir rehber edinmeliyiz. Daima Kur’an’ın ve sünnetin ışığında yaşayan, devasını davasında bulan, mücadeleci, hakperest ve kendisini davanın içinde eritmiş birer iman doktoru olmak için çalışmalıyız. Eğer kendimizi kaybeder ve bütün vücudumuzu bir ene haline getirirsek, eğer firavunlaşır, nemrutlaşırsak; hizmete gelen en küçük bir zarardan dahi mükellef oluruz.