Uzun süre beklemişti. Ama arkadaşı gelmiyordu bir türlu. Oysa burada buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Atları da o getirecek, birlikte gideceklerdi. Ama gelmemişti işte…
Artık vazgeçemezdi… Yıllarca bu ânı beklemişti. Şimdi ise çağrılıyordu artık. Gel diyordu, gel…Bu çağrı öyle bir çağrıydı ki yıllarca beklediğini bilerek vazifeye çağırıyordu. Daha fazla bekleyemezdi artık…
“Ehl-i kemâlin ayağına yürüyerek gidilir” diyerek, düştü yollara, Veysel misal, Yunus misal… Yürüdü yolları, aştı tepeleri azimle, Yaşamak kadar zordu yollar, hayat gibi kıvrımlı, inişli ve çıkışlı…
Tozluydu yollar memleket gibi…
Yürürken bir yandan da geçen ömrünü düşünüyor, memleketin serencamı gözünün önüne geliyordu. Her adımda bir hâtırası canlanıyor, kâh üzülüyor, kâh seviniyordu. Milli mücadeleye uzandı hayali, teğmenlik yıllarına. Bir yandan çocukluğunu düşündü, sürekli Kurân okunan evlerini… Sonra esaret yılları… Acı hasret yaktı içini. Vatan özlemini hatırladı. Isparta’nın gül kokan iklimini de ne çok özlemişti gurbette. Artık geride kalmıştı esaret, dönmüştü memleketine özlemle.
Sonra çocukluk yıllarında gördüğü o rüyayı hatırladı. Denizin çekilmesi, ağacın kuruması ve kuruyan ağacı budayan o zâtı… Ve deniz içinde açılan o yolu düşündü… Acaba rüyasında gördüğü zât bu muydu? Acaba beraber yürüyebilecekler miydi o yolda… Şeyhi ne demişti ” O deniz şeriattır, o ağaç ve dalları ise ondan feyz alan tarikattır. Benden sonra Isparta’ya İslam’a hizmet edecek bir zât gelecek ve sen ona intisab edeceksin.”
Memleket düşman işgalinden kurtulmuştu ama bambaşka bir işgalin pençesinde kıvranıyordu. İman kaleleri birer birer sarsılıyor, devriliyordu. İşte deniz çekilmişti bile, ağaç ve dalları da kurumaya, kurutulmaya başlamıştı. Şeyhinin tevili çıkıyordu. O zât kendisini çağırdığına göre, vazife başlamak üzereydi. Hem ne demişti mektubunda “Gel, beraber Kur’ân’â ve bu milletin imanına hizmet edelim.” dememiş miydi? Demek ki biliyordu ki çağırıyordu.
Bu düşünceler içerisinde yürüyor, yürüyordu. Sadakte diyebilecek miydi, şanlı ceddi Hz.Ebu Bekir (ra) gibi. Sâdık olabilecek miydi acaba? Feda edebilecek miydi bu fâni ömrü? Aklında bu düşünceler habire yürüyordu tozlu, uzun ve sarp yolları.
Barla ah Barla, kuş uçmaz kervan geçmez Barla… Nasıl da hapsetmişlerdi bu ıssız dağ başına bu mübarek zâtı… Kimse ulaşamasın istemişlerdi herhalde… Ama artık Husrev aşıyordu tepeleri, aşıyordu engelleri. Azmin önünde hiçbir engel fayda etmezdi. Ama onlar bunu bilmiyordu. Kalbler engel tanımaz, sevdi mi bir kez, nasıl olsa ulaşmanın bir yolunu bulurdu insan.
İşte Eğirdir Gölü görünmüş, bütün güzelliğiyle selamlıyordu O’nu. Sanki müjdeler veriyor, ne mutlu sana, ne mutlu diyordu. Biraz nefeslendi, dinlendi azıcık, Ama bekleyemezdi, bir an önce varmalıydı O’na, oraya, Barla’ya. İşte karşısında duruyordu artık. Bekliyordu O’nu. Yaklaştıkça heyecanlanıyor, içini bir huzur kaplıyordu. Önünde sanki asırlar açılıyor, hızla geçiyor ve asr-ı saadet O’nu bekliyordu sanki.
Yeniden düştü yola, aşkla heyecanla adımladı yolları. Yollar hızla eriyor, tükeniyordu azmin karşısında. İşte Barla gözükmüş, kırk kilometrelik uzun ve sarp yol sonunda bitmişti. Karaca Ahmed üstadın kabrine doğru yöneldi. Orası Barla’nın nizamiyesi gibiydi. Bu mübarek zât, mânevi bekçisiydi buraların. Yetmiş bin evliya yetiştirmiş bir mübarek ocaktı. Ziyaret etmeden geçemezdi o Hazret’i.
Karaca Ahmed üstadın kabrinde Husrev’i bir sürpriz bekliyordu. O’nu oraya dâvet eden zât, Husrev’i orada karşılamış, hoşamedi yapmıştı. Acaba O’na geldiğini yollar mı haber vermişti ki burada bekliyordu Büyük Üstad. Husrev iki üstada birden kavuşmuş, kalbi sürurla dolmuştu. Artık en ufak bir tereddüd kalmamıştı kalbinde. Aradığı zât buydu…
Üstad “Hoş geldin Husrev, hoş geldin. Ben de bir talebe bekliyordum. O sen olsan gerektir.” diyordu. Husrev de yıllardır bir üstad bekliyordu. İşte ayla güneş kavuşmuş, memlekete yeni bir nur doğuyordu. Yeni bir sabah oluyordu mahzun milletimize, Üstad talebesine, Husrev Üstadına, millet ise, halaskârına kavuşmuştu artık.
Üstad O’nu “Nur Fabrikasının Kâtibi” diye taltif etmiş, altın başlı, altın kalemli Husrev diye isimlendirmişti.
Husrev, Nur Fabrikası’na kâtip tayin edilmiş, Üstad’ın ilmi, O’nun kalemiyle birleşerek bütün memleketi nurlara gark etmişlerdi. Haykırıyordu Büyük Üstad herkese duyurmak istiyordu “Ümitvar olunuz. Şu istikbâl inkılabatı içerisinde en yüksek gür seda İslâm’ın olacaktır.” diye tebşir ediyordu mahzun milleti. Artık bütün kuruyan ağaçlar budanacak, çekilen suların üzerinde yeni bir cadde açılacak, bu müthiş fırtınada, bu sefine-i Rabbaniye, ehl-i imanı sâhil-i selamete çıkaracaktı.
O günden sonra ölçü olmuştu Husrev ismi. Anadolu’nun kahramanlarına Husrevler diyordu Üstad. Her şeyin ölçüsü kendi cinsinden olduğu gibi, hizmetin, fedakârlığın, itaatin, dâvânın ölçüsü de Husrev olacaktı. Kimi Denizli’den, kimi Kastamonu’dan, kimi İnebolu’dan nice Husrevler çıkacak, Anadolu bir Husrevler diyarı olacaktı artık. Altınbaşlı, altınbaşaklar, her yere bereket olacaktı. Husrev olarak anılmak, her talebe için büyük bir şeref sayılacak, iftihar vesilesi olacaktı.
Her ordunun bir sancaktarı olduğu gibi, nur ordusunun sancağı da Husrev’e verilmiş, Husrev, Sancaktar-ı Kur’ân olmuştu. Ceddi Hz.Sıddik misal, hayru’l-halef olmuştu Üstadına. Bir ruh, iki ceset olarak…
Elbette Husrev olmak kolay değildi. Bir bedeli vardı. Bu bedel, maddi, mânevi fedakârlık, işkence, hapis, iftira ve ihanetlere sabır olarak ödeniyordu. Binler başların feda olduğu bu mübarek dâvâya, Husrev de başını feda etmiş, Üstadının deyimiyle, bu millete halaskâr olmuştu.
Ey güzide kahramanlar, kışın attığınız tohumlar, baharla yeşerdi. Gül mevsimi geldi, her tarafta güller açtı. Her biri Isparta güllerinden daha güzel kokan o güllerle, sizin güllerinizle, huzurunuzdayız. Sizler de gülümseyiniz, bu vefalı millet sizi hiç unutmayacak. Ruhunuz şâd olsun. Nur içinde yatınız.
Allahu Teâla (cc) rahmetinden onları ve bizleri ayırmasın, Allah (cc) bizleri de birer Husrev yapsın, Husrev’in yanında yazsın. Âmin.