Arapça “göz” manasına gelen kelimelerden biri de “basar” kelimesidir. Kur’ân Kaf Suresi’nde kıyamet hallerini tasvir ederken 22.ayetin sonunda (… şimdi senden perdeni açtık; bu gün artık gözün keskindir!” buyurur. Burada göz manasında kullanılan kelime “basar” kelimesidir. Başka ayetlerde de aynı manada kullanılmıştır. Bu kelimeyle aynı kökten olan kelimelerden biri de basiret kelimesidir. Basiret kelimesi “kalbin idrak kuvvesi” manasına gelmektedir. Allah insana göz gibi mükemmel bir nimet verdiği gibi basiret gibi kalp gözü gibi harika bir nimet de bahşetmiştir. Rabbimiz şöyle ifade buyurmuştur; “Muhakkak size Rabbinizden basiretler (kalb gözleri) geldi, kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir.”
İkisi de kıymetli olan ancak biri diğerine nispetle çok daha kıymetli olan bu iki kuvvenin hangisinin daha kıymetli olduğunu ortaya koymak için şöyle bir tefekkür yapalım.
Bir an için, ruhumuzun kâinatı seyrettiği pencereler olan gözlerimizin görmediğini düşünelim! Artık, bizi dünyaya getiren, emziren ve büyütmek için türlü eziyetlere katlanan, cennetin ayaklarına serildiği annemizi, yemeyip yediren, giymeyip giydiren Allah’ın rızasının onun rızasına bağlandığı babamızı, canımızı uğrunda feda eder derecede sevdiğimiz yavrumuzu göremiyoruz.
Bahar gelmiş, her taraf yeşile boyanmış, ağaçlar rengarenk çiçekler açmış, kuzular, oğlaklar kırlarda koştururken çocuklar onların peşine takılmış sevinçle onları takip ediyorlar ama biz göremiyoruz. Rabbimizin bize lütfettiği bu büyük nimeti kaybetmişiz. Bu mu daha hazin bir durum.
Yoksa bizi yoktan yaratan, yaratmakla beraber taş, toprak gibi camid bir varlık yapmayarak hayat veren, hayat sahibi yapmakla birlikte nebatat cinsinden kılmayıp ruh veren, ruh vermekle beraber hayvanat taifesinden bir ferdi olarak yaratmayıp eşref-i mahluk yani insan olarak yaratan ve bununla birlikte bir de bizleri Müslüman bir anne-babadan dünyaya getirmekle en büyük nimetlerden olan İslam’la şereflendiren Rabbimizi iman gözüyle görememek mi daha hazin bir durumdur.
Hiç şüphe yok ki ikinci durum olan kişinin kendi Rabbini tanıyamaması O’na itaat etmemesi yani bu noktada basiretini kullanmaması daha hazin bir durumdur ve daha büyük bir körlüktür. “Onlardan sana bakan(lar) da vardır. Fakat o körleri, üstelik (kalp gözleriyle de ) görmüyorlarsa, sen mi hidayete erdireceksin? ayeti kalp gözünün görmemesini asıl körlük olarak nitelendirmektedir. Zira Allah Resulü’nün etrafındaki başta ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar, müşrikler ve diğerleri O’ndaki peygamberlik alametlerini gözleriyle görüyorlar lakin kalp gözleriyle göremiyorlardı. Bu körlükleri de onların iman etmelerine perde oluyordu.
Halbuki Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de peygamberindeki alametlerle beraber, insanların kalp gözlerini açmalarını sağlayacak kendilerine çok ayetler (deliller) zikretmişti. “Artık üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve süslemişiz, onun hiç bir çatlağı yoktur. Yeri de nasıl uzatmış, üzerine sabit dağlar oturtmuşuz. Orada görünüşü güzel her çeşit bitkiden çiftler yetiştirdik. Bunlar, Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona ibret vermek içindir.” ayeti sadece onlardan biri olup bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İnsanın, ibret nazarıyla bakıp dahili ve harici delilleri hakikati ve hakkı bulması mümkün iken gafleti gözlerini perdelerse, körlük de göz kapaklarını kapatırsa necattan (kurtuluştan) mahrum kalabilir.”
Kâinattaki, Kur’ân’daki ve Allah Resulü’ndeki bu kadar delile rağmen eğer insan Rabbini bulamazsa ve O’na itaat etmezse her ne kadar kendisine verilen gözler sağlam olsa da hakikatte ve gelecek ayetin işaretiyle haşirde kör olmaktan kurtulmuş olamaz. Ayet şu şekildedir; “Artık benden size bir hidayet (kitab) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa işte o, sapıklığa düşmez ve (ahirette) zahmet çekmez. Her kim de benim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz. ( O zaman Kur’ân’dan yüz çeviren kimse) “Rabbim! beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim” der. Allah: “Böyledir, sana âyetlerimiz gelmişti de onları sen unutmuştun, bugün de öylece unutulursun” der.
Bu kadar hakikatten sonra “aslında ama olan yani maddi gözleri görmeyen lakin manevi gözleri açık olan, basiret sahibi olan sahabi Hz. Ümm-i Mektum mu gerçekten kördür yoksa o kadar delili ve mucizeyi gördüğü halde hakikati göremeyen basiretsiz Ebu Cehil mi? ” sorusuna nasıl cevab verirsiniz?
Yukarıdaki soru zaid (fazlalık) olmuş olabilir. Zira cevabı çok açık olan bu soruya cevap vermek bile gereksiz diye düşünebilirsiniz. Böyle düşünmekte de haksız sayılmazsınız. Ama şu soruyu hepimiz kendimize sormalı ve üzerinde ciddi bir şekilde tefekkür etmeliyiz; “Acaba bizler gerçekten görebiliyor muyuz?”