Anasayfa / Fetvâ / İtikad / Allah Teâlâ / Allah (cc) neden insanlara hastalık verir?

Allah (cc) neden insanlara hastalık verir?

Allah(cc) neden insanlara hastalık verir?hastalıkta ki hikmet nedir?Allah(cc) sevdiği kuluna hastalık verir sözünü nasıl anlamalıyız? 7 yıldır hastayım yardımcı olursanız sevinirim. Salim Ertürk 

Değerli Kardeşimiz;

Rabbim şifa versin. İyice okuyup anlayınız ve düstur ediniz.

BİRİNCİ DEVÂ

Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi (yok)olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor-tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darbımesel (atasözü) dillerde destandır ki, “Musibet (bela) zamanı çok uzundur; safâ (eğlence rahatlık) zamanı pek kısa oluyor.

İKİNCİ DEVÂ

Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müsbet (pozitif) ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfi (negatif) ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, ( merhamet sahibi yaratıcısına yönelir) yalvarır. Hâlis (katışıksız) , riyâsız (gösterişten uzak) , mânevî bir ibadete mazhar olur (kavuşur).

Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ (şikayet) etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır. ( Doğru Hadis rivayetleri – el-Elbânî, Sahîhu Câmii’s-Sağîr,256.)   Hattâ bazı sâbir (sabreden) ve şâkir (şükreden) hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin (olgun insanlar) bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahiha ve keşfiyat-ı sadıka (doğru keşifler) ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî (şikayet) değil, teşekkür et.

ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen (sürekli) gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval (yok olma) ve firakta (ayrılıkta) yuvarlanması şahittir. Hem insan, zîhayatın ( hayat sahibi) en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça (donanımca) en zengini, belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belâları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en ednâ (aşağı) bir derecede, ancak kederli, meşakkatli (sıkıntılı) bir hayat geçiriyor. Demek insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm (büyük) bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.

Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet (selamet) gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor. Sermaye-i ömrünü bâd-ı heva (nefis rüzgarı) boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “Lâyemut (ölümsüz) değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.”

İşte hastalık bu nokta-i nazardan (bakış açısından) hiç aldatmaz bir nâsih (nasihatçı) ve ikaz edici (uyarıcı) bir mürşiddir (yol gösterici). Ondan şekvâ değil, belki bu cihette (yönüyle) ona teşekkür etmek, eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.

DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey şekvâcı (şikayetçi) hasta! Senin hakkın şekvâ değil, şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve âzâ ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder(kullanır) .

Yirmi Altıncı Sözde denildiği gibi, meselâ gayet zengin, gayet mâhir bir san’atkâr, güzel san’atını, kıymettar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil (karşılık) , bir saatçik zamanda, murassâ (kıymetli taşlarla süslenmiş) ve gayet san’atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi (elbise) o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Harika envâ-ı san’atını (sanatının çeşitleri) göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi?

İşte, aynen bu misal gibi, Sâni-i Zülcelâl (Celal ve yücelik sahibi sanatkar Allah) sana, ey hasta, göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassâ olarak giydirdiği cisim gömleğini, Esmâ-i Hüsnâsının (güzel isimlerinin) nakışlarını göstermek için, çok hâlât (haller) içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzâk (rızık veren) ismini tanıdığın gibi, Şâfî (şifa veren) ismini de hastalığında bil. Elemler (acılar) , musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını (isimlerinin hükümlerini) gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem’alar (parıltılar) ve rahmetten şuâlar (ışıklar) ve o şuâât (ışıklar) içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş (korku) ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel mânâları bulursun.

BEŞİNCİ DEVÂ

Ey maraza (hastalığa) müptelâ (bulaşmış) hasta! Bu zamanda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki, hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir, bir hediye-i Rahmânîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gördüm; sair (diğer) gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan (isteklerden) bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî (ilahi ikram) olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki:

“Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir.”

Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin (yaşdaşın) sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zâhirî (dış görüntüsü) keyfiyle hadsiz bir hayat-ı ebediyesini (sonsuz bir ebedi hayatını) sarsar, zedeler, belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri (ahiret duraklarını) görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir hastalıktır.”

ALTINCI DEVÂ

Ey elemden teşekkî eden (acıdan şikayet eden) hasta! Senden soruyorum: Geçmiş ömrünü düşün ve o ömürde geçmiş lezzetli safâ günleri ve belâ ve elemli vakitlerini tahattur et (hatırla) . Herhalde ya oh, ya ah diyeceksin. Yani, ya “Elhamdü lillâh, şükür,” veyahut “Vâ hasretâ, vâ esefâ!” (Çok yazık, eyvahlar olsun) kalbin ve lisanın diyecek.

Dikkat et, sana “Oh, elhamdü lillâh, şükür” dediren, senin başından geçmiş elemler, musibetlerin düşünmesi, bir mânevî lezzeti deşiyor ki, senin kalbin şükreder. Çünkü elemin zevâli (yok olması) lezzettir. O elemler, o musibetler, zevâliyle ruhta bir lezzet irsiyet (miras) bırakmış ki, düşünmekle deşilse, ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor(damlıyor).

Sana “Vâ esefâ, vâ hasretâ!” (Çok yazık, eyvahlar olsun) dedirten, eski zamanda geçirdiğin lezzetli ve safâlı o hallerdir ki, zevalleriyle (yok olmalarıyla) senin ruhunda daimî bir elem irsiyet (miras) bırakıp, ne vakit düşünsen o elem yine deşiliyor, esef ve hasret akıtıyor.

Madem bir günlük gayr-ı meşru (uygunsuz) ezzet bazan bir sene mânevî elem çektiriyor. Ve muvakkat (geçici) bir günlük hastalıkla gelen elem, çok günler mânevî lezzet, sevapla beraber, zevâlindeki (yokluğundaki) halâs ve kurtulmaktan gelen mânevî lezzet vardır. Senin başındaki şimdilik bu muvakkat hastalığın neticesi ve içyüzündeki sevabı düşün. “Bu da geçer, yâ Hû” de, şekvâ (şikayet) yerinde şükret.

ALTINCI DEVÂ

Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ıztırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimî olsaydı ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevâlin (ayrılık ve yokluğun) rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde (gelecekte) mânevî kış mevsimleri olmasaydı, ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım. Fakat madem dünya birgün bize “Haydi, dışarı” diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak. O bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıklar ikazatıyla (ikazlarıyla) şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.

Evet, hastalık bu mânâyı bize ihtar edip der ki: “Senin vücudun taştan, demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir (oluşturulmuştur)  Gururu bırak, aczini anla. Mâlikini (sahibini) tanı, vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren.” Kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.

Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor. Hususan meşru (uygun) olmazsa, hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilâkis hastalıktaki mânevî ibadet ve uhrevî sevap cihetini düşün, zevk almaya çalış.

YEDİNCİ DEVÂ

Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i İlâhiyenin l(ilahi nimetin) ezzetini kaçırmıyor, bilâkis tattırıyor, ziyadeleştiriyor (arttırıyor). Çünkü birşey devam etse tesirini kaybeder. Hattâ ehl-i hakikat (hakikat ehli) müttefikan (ittifakla) diyorlar ki:

Yani, “Herşey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet (ısı) anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet (hastalık) olmazsa âfiyet zevksizdir. Maraz (hastalık) olmazsa sıhhat lezzetsizdir.

Madem Fâtır-ı Hakîm (hikmet sahibi Yaratıcı) insana her çeşit ihsanını ihsas etmek (hissettirmek) ve herbir nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevk etmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit, hadsiz envâ-ı nimeti (sonsuz çeşitli nimetleri) tadacak, tanıyacak derecede, gayet çok cihazatla insanı teçhiz etmesi (donatması) gösteriyor ki, elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi, hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir. Senden soruyorum: “Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı, sen başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i İlâhiyeyi hissedip şükreder miydin?” Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; şuursuz, o sıhhati gaflete, belki sefahete (eğlenceye) sarf ederdin.

SEKİZİNCİ DEVÂ

Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi, günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar keffâretü’z-zünub (günahların keffareti) olduğu hadis-i sahihle sabittir. Hem hadiste vardır ki, “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.”  Buharî, Merdâ: 1, 2, 13, 16; Müslim, Birr: 45; Dârimî, Rikâk: 57; Müsned, 1:371, 441, 2:303, 335, 3:4, 18, 38, 48, 61, 81.

 Günahlar, hayat-ı ebediyede (sonsuz hayatta) daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekvâ (şikayet) etmezsen, şu muvakkat (geçici) bir hastalıkla daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryad et. Çünkü, bütün dünyanın mevcudatıyla (varlıklarıyla) kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır (ilgilidir) . Mütemadiyen (sürekli) firak ve zeval ile (ayrılık ve yok olmayla) o alâkalar kesilip, sende hadsiz (sonsuz) yaralar açılır. Bahusus (özellikle) âhireti bilmediğin için, ölümü idam-ı ebedî  (sonsuz yokoluş) tahayyül ettiğinden (hayal ettiğinden) , adeta, güya yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var. İşte en evvel, hadsiz (sonsuz) yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilâç ve kat’î şifa verici bir tiryak (ilaç) olan iman ilâcını aramak ve itikadını (inancını) düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve zaafın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin (Büyük ve her şeye gücü yeten Allah’ın ) kudretini ve rahmetini tanımaktır.

Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen mânevî sürur (neşe) ve şifa ve lezzet altında, cüz’î (küçük) maddî hastalıkların elemi (acısı) erir, ezilir.

DOKUZUNCU DEVÂ

Ey Hâlıkını (Yaratıcısını) tanıyan hasta! Hastalıklardaki elem ve tevahhuş (korku) ise, hastalık bazan ölüme vesile olduğu cihetindendir (sebep olduğu yönündedir) . Ölüm, nazar-ı gaflet ve zâhirî cihetinde (dışardan, manasını anlamadan baktığında) dehşetli olduğundan, ona vesile (sebep) olabilen hastalıklar korkutuyor, telâş veriyor.

Evvelâ (Birinci olarak) bil ve kat’î (kesin)  iman et ki, ecel mukadderdir (ölüm vakti belirlenmiştir) , tagayyür etmez (değişmez) . Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar.

Saniyen: (ikinci olarak) Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde (kitapçıklarda) gayet kat’î, şeksiz-şüphesiz bir surette, Kur’ân-ı Hakîmin verdiği nurla ispat etmişiz ki, ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden (hayat görevinin zahmetinden) bir terhistir (serbest kalış). Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten (kulluktan) bir paydostur. Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir. Hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine (sonsuz mutluluk makamına) girmeye bir vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan (dünya hapishanesinden) , bostan-ı cinâna (cennet bahçelerine) bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahîminin fazlından (bağışından) , kendi hizmetine mukabil (karşılık) ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis (aksine) rahmet ve saadetin bir mukaddemesi (başlangıcı) nazarıyla bakmak gerektir.

Hem ehlullahın (Allah dostlarının) bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın (hayat görevinin) idamesinden (sürdürmesinden) kazanacakları hayrat (hayırlar) içindir.

Evet, ehl-i iman (inananlar)  için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet (sapkınlar) için zulümat-ı ebediye (sonsuz karanlıklar) kuyusudur.

ONUNCU DEVÂ

Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen, merak etmemeye çalış. Yani, hastalığın faydalarını, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes.

Evet, merak (kuruntu) hastalığı ikileştirir. Maddî hastalığın altında, merak ile mânevî bir hastalığı kalbine verir; maddî hastalık ona dayanır, devam eder. Eğer teslimiyetle, rıza ile, hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider. Hususan (özellikle) evhamla (kuruntularla) bir dirhem maddî hastalık, bazan merak vasıtasıyla on dirhem kadar büyür. Merak kesilmesiyle, o hastalığın onda dokuzu gider.

Merak, hastalığı ziyade ettiği (artırdığı) gibi,
hikmet-i İlâhiyeyi itham (İlahi Hikmeti suçlama)
ve rahmet-i İlâhiyeyi (ilahi şefkati eleştirme) tenkit
ve Hâlık-ı Rahîminden şekvâ (Sonsuz merhametli yaratıcıyı şikayet) hükmünde olduğu için,
aksi maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir (artırır). Evet, nasıl ki şükür nimeti ziyadeleştirir; öyle de, şekvâ-şikayet, hastalığı, musibeti tezyid eder(artırır).

Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilâcı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faydasını bildin; o merhemi meraka sür, kurtul. Ah yerine oh de; “Vâ esefâ-Eyvahlar olsun” yerine “Elhamdü lillâhi alâ külli hal”-her halimiz için Allah’a hamd olsun- söyle.

ON BİRİNCİ DEVÂ

Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hazır bir elemi sana vermekle beraber, evvelki hastalığından bugüne kadar, o hastalığın zevâlindeki (yok olmasındaki) bir lezzet-i mâneviye (manevi lezzet) ve sevabındaki bir lezzet-i ruhiye (ruhani lezzet) veriyor. Bugünden, belki bu saatten sonraki zamanda hastalık yok; elbette yoktan elem yok. Elem (acı) olmazsa teessür (üzüntü) olamaz. Sen yanlış bir surette tevehhüm ettiğin (kuruntu duyduğun) için sabırsızlık geliyor. Çünkü, bugünden evvel bütün hastalık zamanının maddîsi gitmekle elemi de beraber gitmiş, kendindeki sevabı ve zevâlindeki lezzet kalmış. Sana kâr (kazanç) ve sürur (sevinç) vermek lâzım gelirken, onları düşünüp müteellim olmak (acı duymak) ve sabırsızlık etmek divaneliktir (delilik) . Gelecek günler daha gelmemişler. Onları şimdiden düşünüp, yok bir günde, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden tevehhüm (kuruntu) ile düşünüp müteellim olmak (acı çekmek) , sabırsızlık göstermekle, üç mertebe yok yoğa vücut rengi vermek divanelik değil de nedir?

Madem bu saatten evvelki hastalık zamanları ise sürur (neşe) veriyor. Ve madem, yine bu saatten sonraki zaman mâdum (yok), hastalık mâdum (yok), elem mâdumdur (yoktur). Sen, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma, bu saatteki eleme karşı tahşid et (biriktir) , “Yâ Sabûr” de, dayan.

ON İKİNCİ DEVÂ

Ey hastalık sebebiyle ibadet ve evrâdından (belli zamanlarda yapılan zikir-virdler) mahrum kalan ve o mahrumiyetten teessüf (üzülen) eden hasta! Bil ki, hadisçe sabittir ki, “Müttakî (günahtan çekinen) bir mü’min, hastalık sebebiyle yapamadığı daimî virdinin sevabını, hastalık zamanında yine kazanır.” Buharî, Cihad: 134; Müsned, 4:410, 418. Farzı mümkün olduğu kadar yerine getiren bir hasta, sabır ve tevekkül ile ve farzlarını yerine getirmekle, o ağır hastalık zamanında sair (diğer) sünnetlerin yerini, hem hâlis (samimi) bir surette, hastalık tutar.

Hem hastalık, insandaki aczini, zaafını ihsas eder (hissettirir) . O aczin lisanıyla ve zaafın diliyle, hâlen ve kàlen (davranış ve sözle) bir dua ettirir. Cenâb-ı Hak insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz (sonsuz) bir zaaf vermiş, tâ ki daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye (Allah’ın huzuruna) iltica edip (yönelip) niyaz etsin, dua etsin.

De ki: Duanız olmasa, Rabbim katında ne ehemmiyetiniz-öneminiz var?” Furkan Sûresi, 25:77.
Yani, “Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” Âyetin sırrıyla, insanın hikmet-i hilkati (yaratılış hikmeti) ve sebeb-i kıymeti olan samimî dua ve niyazın bir sebebi hastalık olduğundan, bu nokta-i nazardan (bakış açısından) şekvâ (şikayet) değil, Allah’a şükretmek ve hastalığın açtığı dua musluğunu, âfiyeti kesb etmekle (kazanmakla) kapamamak gerektir.

ON ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey hastalıktan şekvâ (şikayet) eden biçare (zavallı) adam! Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymettar bir hediye-i İlâhiyedir. Her hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir (çeşitten düşünebilir) .

Madem ecel vakti muayyen (belli) değil; Cenâb-ı Hak, insanı ye’s-i mutlak (mutlak bir ümitsizlik) ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf ve recâ (korku ve ümit) ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek (korumak) noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir (hatırlatır), öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki, yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi (makamı) yirmi günde kazanıyor.

Ezcümle (özetle) , arkadaşlarımızdan-Allah rahmet etsin-iki genç vardı: Biri İlâmalı Sabri, diğeri İslâmköylü Vezirzâde Mustafa. Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki, her ikisinde de ehemmiyetli (önemli) bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair (diğer) gafil ve ferâizi (farzları) terk eden gençlere bedel, en mühim bir takvâ (günahtan kaçınma)  ve en kıymettar bir hizmette ve âhirete nâfi (faydalı) bir vaziyette bulundular. İnşaallah, iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine (sonsuz hayat mutluluğuna) medar (sebep) oldu. Ben onların sıhhati için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum, dünya itibarıyla beddua olmuş. İnşaallah, o duam, sıhhat-i uhreviye (ahiret sıhhati) için kabul olunmuştur.

İşte bu iki zat, benim itikadımca (inancımla) , on senelik bir takvâ ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip gaflet ve sefahete-uygunsuz eğlenceye atılsaydılar, ölüm de onları tarassut edip (kollayıp) tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı, o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.

Madem hastalıkların böyle menfaati (faydası) var. Ondan şekvâ (şikayet) değil, tevekkül (Allah’a havale) , sabır ile, belki şükredip
rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir (Allah’ın merhametine güvenmektir).

ON DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey gözüne perde gelen hasta! Eğer ehl-i imanın gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nur ve mânevî bir göz olduğunu bilsen, “Yüz bin şükür Rabb-i Rahîmime” dersin. Bu merhemi-kremi izah için bir hadise-olay söyleyeceğim. Şöyle ki:

Bana sekiz sene kemâl-i sadakatle (tam bir bağlılıkla) , hiç gücendirmeden hizmet eden Barlalı Süleyman’ın halasının bir vakit gözü kapandı. O saliha kadın, bana karşı haddimden (makamımdan) yüz derece fazla hüsn-ü zan (güzel düşünce) ederek , “Gözümün açılması için dua et” diyerek, cami kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczûbe (emirlere kendinden geçercesine uyan) kadının salâhatini (samimiyetini) duama şefaatçi yapıp, “Yâ Rabbi, onun salâhati (günahsızlığı) hürmetine onun gözünü aç” diye yalvardım. İkinci gün Burdurlu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum (üzüldüm) , çok dua ettim. İnşaallah o dua âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünkü eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra-Allah rahmet etsin-vefat eyledi.

İşte o merhume, kırk gün Barla’nın hazînâne (hüzünlü) bağlarına rikkatli (yumuşak-ince) ihtiyarlık gözüyle bakmasına bedel, kabrinde, Cennet bağlarını kırk bin günlerde seyredeceğini kazandı. Çünkü imanı kuvvetli, salâhati şiddetli idi.

Evet, bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan (kabir ehlinden) çok ziyade o âlem-i nuru temâşâ edebilir (Alemin nurunu seyredebilir) . Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan ziyade (Kabir ehlinden daha çok) görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nev’inde, kabrinde, derecesine göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler (seyrederler) .

İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında, şükürle, sabırla bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o gözle seni baktıracak göz hekimi (doktoru) , Kur’ân-ı Hakîmdir.

ON BEŞİNCİ DEVÂ

Ey âh ü enîn ( ah edip inleyen) eden hasta! Hastalığın suretine bakıp ah eyleme; mânâsına bak, oh de. Eğer hastalığın mânâsı güzel birşey olmasaydı, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibâdına (kullarına) hastalıkları vermezdi. Halbuki, hadis-i sahihte vardır ki,
el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57;
İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.

 (ev kemâ kàl-söylendiği gibi). Yani, “En çok musibet (bela) ve meşakkate giriftar olanlar (sıkıntıya uğrayanlar), insanların en iyisi, en kâmilleridir (olgunlarıdır).” Başta Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm, enbiyalar (peygamberler), sonra evliyalar (Allah dostları) ve sonra ehl-i salâhat (ihlas-samimiyet sahibi kullar), çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye (Allah hediyesi) nazarıyla (bakışıyla) bakmışlar, sabır içinde şükretmişler, Hâlık-ı Rahîmin rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inden (cerrahi bir ameliyat olarak) görmüşler.

Sen, ey âh ü fîzâr (Ah edip sesli ağlayan) eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak etmek (katılmak) istersen, sabır içinde şükret. Yoksa şekvâ (şikayet) etsen, onlar seni kafilelerine almayacaklar. Ehl-i gafletin çukurlarına düşersin. Karanlıklı bir yolda gideceksin.

Evet, hastalıkların bir kısmı var ki, eğer ölümle neticelense, mânevî şehid hükmünde, şehadet gibi bir velâyet (ermilik) derecesine sebebiyet verir. Ezcümle (özetle) , çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar ve karın sancısıyla, gark (boğulma) ve hark (yanma) ve tâun-veba ile vefat eden şehid-i mânevî olduğu gibi, çok mübarek hastalıklar var ki, velâyet derecesini ölümle kazandırır. Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden, vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için gayet elîm ve acı olan mufarakati (ayrılığı) tahfif eder (hafifleştirir), bazan da sevdirir.

ON ALTINCI DEVÂ

Ey sıkıntıdan şekvâ (şikayet) eden hasta! Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede (insanın sosyal hayatında) en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin eder. Çünkü insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden istiğnâdan (başkasına ihtiyaç duymama) kurtarıyor. Çünkü,

Şüphesiz ki insan, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşıverir.” Alâk Sûresi, 96:6-7.

sırrıyla, sıhhat ve âfiyetten gelen istiğnâda bulunan bir nefs-i emmâre (kötülüğü emreden nefis), şâyân-ı hürmet (saygıdeğer) çok uhuvvetlere (kardeşliklere) karşı hürmeti hissetmez. Ve şâyân-ı merhamet (merhamete layık) ve şefkat olan musibetzedelere (belaya uğrayanlara) ve hastalıklılara merhameti duymaz. Ne vakit hasta olsa, o hastalıkta aczini ve fakrini anlar, lâyık-ı hürmet (saygıya liayık) olan ihvanlarına (kardeşlerine) ihtiram eder (saygı gösterir) . Ziyaretine gelen veya ona yardım eden mü’min kardeşlerine karşı hürmeti hisseder. Ve rikkat-i cinsiyeden (cinsinin inceliğinden) gelen şefkat-i insaniye (insani şefkat) ve en mühim bir haslet-i İslâmiye (önemli bir islami karakter) olan, musibetzedelere karşı merhameti hissedip, onları nefsine kıyas ederek, onlara tam mânâsıyla acır, şefkat eder, elinden gelse muavenet eder (yardım eder) , hiç olmazsa dua eder, hiç olmazsa şer’an (din gereği) sünnet olan ( peygamber tavrı)  keyfini (halini) sormak için ziyaretine gider, sevap kazanır.

ON YEDİNCİ DEVÂ

Ey hastalık vasıtasıyla hayrat (hayırlar-iyilikler) yapamamaktan şekvâ (şikayet) eden hasta! Şükret. Hayrâtın (iyiliklerin) en hâlisinin (safının) kapısını sana açan, hastalıktır. Hastalık mütemadiyen hastaya ve lillâh için (Allah için) hastaya bakıcılara sevap kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine (kabullüğüne) en mühim bir vesiledir (sebebtir).

Evet, hastalara bakmak, ehl-i iman için mühim sevabı vardır. Hastaların keyfini-halini sormak, fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyyedir (peygamberimizin yolu) ,  el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:45, no:1285.   keffâretü’z-zünub olur. (günahlara kefaret) Hadiste vardır ki, “Hastaların duasını alınız; onların duası makbuldür (kabul edilmiştir).”   İbni Mâce, Cenâiz: 1; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, 1:280.  Bahusus (özellikle) hasta, akrabadan olsa, hususan peder-baba ve valide-anne olsa, onlara hizmet mühim bir ibadettir, mühim bir sevaptır. Hastaların kalbini hoşnud etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer. Bahtiyardır o evlât ki, peder ve validesinin hastalık zamanında, onların seriütteessür (çabuk kırılan) olan kalblerini memnun edip hayır dualarını alır.

Evet, hayat-ı içtimaiyede (sosyal hayatta) en muhterem bir hakikat olan peder ve validesinin şefkatlerine mukabil-karşılık, hastalıkları zamanında kemâl-i hürmet (tam bir saygı) ve şefkat-i ferzendâne ile (evlada yaraşır şefkat gösterme) mukabele eden (karşılık veren) o iyi evlâdın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini (yüceliğini) gösteren o vefâdâr levhaya karşı, hattâ melâikeler (melekler) dahi “Maşaallah, bârekâllah (Allah nazardan saklasın,Allah hayırlı bereketli kılsın)” deyip alkışlıyorlar.

Evet, hastalık zamanında, hastalık elemini (acısını) hiçe indirecek gayet hoş ve ferahlı, etrafında tezahür eden (görünen) şefkatlerden ve acımak ve merhametlerden gelen lezzetler var. Hastanın duasının makbuliyeti (kabullüğü) ehemmiyetli (önemli) bir meseledir. Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani, dua kendi kendini kaldırmadığından, anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir (ahirete aittir) , kendisi de bir nevi (çeşit) ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye (Allahın huzuruna)  iltica eder (sığınır) . Onun için, otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî (görüntü itibariyle) kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi. Zira hastalık duanın vaktidir; şifa duanın neticesi değil. Belki Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm (Çok merhametli hüküm ve hikmet sahibi Allah) şifa verse, fazlından (ikramından) verir.

Hem dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul (kabul) olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm (Hüküm ve hikmet sahibi, yaratıcı Allah) daha iyi biliyor; menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.

Her ne ise, hastalık sırrıyla hulûsiyet (samimiyet) kazanan, hususan zaaf ve aczden ve tezellül (alçalma) ve ihtiyaçtan gelen bir dua, kabule çok yakındır. Hastalık böyle hâlis bir duanın medarıdır (sebebidir) . Hem dindar olan hasta, hem hastaya bakan mü’minler de bu duadan istifade etmelidirler.

ON SEKİZİNCİ DEVÂ

Ey şükrü bırakıp şekvâya (şikayete) giren hasta! Şekvâ bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi (yok) olmamış ki şekvâ (şikayet) ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakkın (Büyük Allahın) hakkını vermeden, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekvâ ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki (derecelerdeki) sıhhatli olanlara bakıp şekvâ edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare-çaresiz hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara (körler) bak, Allah’a şükret.

Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette (belada) herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsille-örnekle izah edilmiş (açıklanmış) . İcmâli (özeti) şudur ki:

Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi (çeşit çeşit) hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. “Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?” deyip şekvâya-şikayete başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir (nimetin kıymetini bilememe), bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda (meydana) gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla (kötü seçimiyle) veya sû-i istimaliyle (kötü eylemiyle) elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ-şikayet etmek, sabırsızlık göstermek, “Aman, ne yaptım böyle başıma geldi?” diye rububiyet-i İlâhiyeyi (ilahi terbiye) tenkit etmek (eleştirmek) gibi bir hâlet (hal), maddî hastalıktan daha musibetli-belalı, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir (artırır). Âkıl odur ki,
O kimseler ki, başlarına bir musibet-bela geldiğinde ‘Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır’ derler.
Bakara Sûresi, 2:156.

sırrıyla teslim olup sabretsin, tâ (e kadar) o hastalık vazifesini bitirsin, gitsin.

ON DOKUZUNCU DEVÂ

Cemîl-i Zülcelâlin (Büyüklük sahibi ve çok güzel olan Allah) bütün isimleri, “Esmâü’l-Hüsnâ – Allah’ın en güzel isimleri” tabir-i Samedânîsiyle ( hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın ifadesiyle) gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat (varlıklar) içinde en lâtif, en güzel, en câmi (birleştiren) âyine-i Samediyet (Allahın hiçbir şeye muhtaç olmayayıp herşeyin ona muhtaç olmadığını gösteren ayna) de hayattır. Güzelin aynası güzeldir. Güzelin mehâsinlerini (güzelliklerini) gösteren ayna güzelleşir. O aynanın başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, o hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü’l-Hüsnânın güzel nakışlarını gösterir.

Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak (tekdüze) gitse, nâkıs (noksan) bir ayna olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip (hissettirip) sıkıntı verir, hayatın kıymetini tenzil eder (düşürür) , ömrün lezzetini sıkıntıya kalb eder (dönüştürür). Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefahete, ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymettar ömrüne adâvet (düşmanlık) edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor.

Fakat tahavvülde (dönüşümde) ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor (hissettiriyor) , ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte (sıkıntıda) ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. “Aman güneş batmadı, ya gece bitmedi” diye sıkıntısından of, of etmiyor.

Evet, gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor, “Ne haldesin?” Elbette, “Aman vakit geçmiyor; gel bir şeş beş oynayalım. Veyahut vakti geçirmek için bir eğlence bulalım” gibi müteellimâne (elem-acı duyarcasına) sözleri ondan işiteceksin. Veyahut tûl-i emelden (uzun emelden) gelen, “Bu şeyim eksik; keşke şu işi yapsaydım” gibi şekvâları (şikayetleri) işiteceksin.

Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor, “Ne haldesin?” Aklı başında ise diyecek ki: “Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor, gidiyor. Vakıa (her ne kadar) zahmet çekiyorum; fakat bu da geçer. Herşey böyle çabuk geçiyor” diye, mânen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle (üzüntüyle) bildiriyor. Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor.

Ey hasta kardeş! Bil ki, başka risalelerde tafsilâtıyla (detayıyla) kat’î (kesin) bir surette ispat edildiği gibi, musibetlerin, şerlerin (kötülüklerin), hattâ günahların aslı ve mayası ademdir (yokluktur). Adem ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak (monoton) istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf (durgunluk) gibi hâletler (haller) , ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki, ademdeki karanlığı ihsas edip (hissettirip) sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül (dönüşüm) ise, vücuttur (varlıktır) , vücudu ihsas eder (varlığı hissettirir) . Vücut (varlık) ise hâlis hayırdır, nurdur.

Madem hakikat budur; sendeki hastalık, kıymettar hayatı sâfileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek (yükseltmek) ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o (diğer insani organları) hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane (yardım edercesine) müteveccih etmek (yönelmek) ve Sâni-i Hakîmin (Hikmetle Yaratanın) ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi çok vazifeler için, o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşaallah çabuk vazifesini bitirir, gider. Ve âfiyete der ki: “Sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör. Bu hane-mekan senindir, âfiyetle kal.”

YİRMİNCİ DEVÂ

Ey derdine derman arayan hasta! Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir (sanal) . Hakikî kısmı ise, Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl (Büyüklüğüne yakışır tarzda, belli faydalar ve gayeleri gözeterek hastalıkları iyileştiren ) , küre-i arz (yeryüzü) olan eczahane-i kübrâsında (büyük eczahane) , her derde bir devâ-çare istif etmiş (biriktirmiş) . O devâlar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir (yaratmıştır). Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek (kullanmak) meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan (Büyük allah’tan) bilmek gerektir. Derdi O verdiği gibi, şifayı da O veriyor.

Hâzık (doktor) , mütedeyyin (dindar) hekimlerin (doktorların) tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünkü ekser (çok) hastalıklar sû-i istimâlâttan (kötü kullanuımlar) , perhizsizlikten ve israftan ve hatîattan (hatalardan) ve sefahetten (uygunsuz eğlence) ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim (dindar doktor) , elbette meşru (uygun) bir dairede (durumda) nasihat eder ve vesâyâda (tavsiyelerde) bulunur. Sû-i istimâlâttan, israfattan (israflardan) men eder (ysak koyar) , teselli verir. Hasta o vesâyâ (tavsiyeler) ve o teselliye itimad edip (güvenip) hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir ferahlık verir.

Amma vehmî (kuruntuyla ilgili) hastalık kısmı ise, onun en müessir (tesirli)  ilâcı, ehemmiyet (önem) vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler; aldırmazsan dağılır. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür, hattâ bazan onu divane (deli) gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telâşına güler.

Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikate inkılâp eder (dönüşür). Vehham (aşırı vehimli) ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır; habbeyi (taneyi) kubbe yapar, kuvve-i mâneviyesi (psikolojisi) kırılır. Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.

YİRMİ BİRİNCİ DEVÂ

Ey hasta kardeş! Senin hastalığında maddî elem var. Fakat o maddî elemin tesirini izale edecek (yok edecek) ehemmiyetli bir mânevî lezzet seni ihata ediyor (kuşatıyor) . Çünkü, peder ve validen ve akraban varsa, çoktan beri unuttuğun gayet lezzetli o şefkatleri senin etrafında yeniden uyanıp, çocukluk zamanında gördüğün o şirin nazarları (bakışları) yine görmekle beraber; çok gizli, perdeli kalan etrafındaki dostluklar, hastalığın cazibesiyle yine sana karşı muhabbettarane (sevgiyle) baktıklarından, elbette onlara karşı senin bu maddî elemin pek ucuz düşer. Hem sen müftehirâne (övünerek) hizmet ettiğin ve iltifatlarını kazanmasına çalıştığın zatlar, hastalığın hükmüyle sana merhametkârâne hizmetkârlık ettiklerinden, efendilerine efendi oldun. Hem insanlardaki rikkat-i cinsiyeyi (insanın kendi cinsinden olana acıması) ve şefkat-i nev’iyeyi (aynı cinsten olanlara duyulan şefkat) kendine celb ettiğinden (çektiğinden) , hiçten, çok yardımcı ahbap ve şefkatli dost buldun. Hem çok meşakkatli hizmetlerden paydos emrini yine hastalıktan aldın, istirahat ediyorsun. Ebette senin cüz’î (küçük9 elemin, bu mânevî lezzetlere karşı seni şekvâya (şikayete) değil, teşekküre sevk etmelidir.

YİRMİ İKİNCİ DEVÂ

Ey nüzul (felç) gibi ağır hastalıklara müptelâ olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü’min için nüzul (felç) mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velâyetten (Allah dostlarından) işitiyordum, sırrını bilmezdim. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki:

Ehlullah (allah dostları) , Cenâb-ı Hakka vasıl olmak (ulaşmak) ve dünyanın azîm (büyük) mânevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi (sonsuz mutluluğu) temin etmek için, iki esası ihtiyaren (seçip) takip etmişler.

Birisi: Rabıta-i mevttir (Ölümü düşünmek). Yani, dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebedîsine o suretle çalışmışlar.

İkincisi: Nefs-i emmârenin (kötülüğü emreden nefis) ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çilelerle, riyazetlerle (nefis terbiye metodlarıyle) nefs-i emmârenin (kötülüğü emreden nefis) öldürülmesine çalışmışlar.

Sizler, ey yarı vücudunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız, kısa ve kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas sana verilmiş ki, daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevâlini (yok olmasını) ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zâta, nefs-i emmâre, elbette hevesât-ı rezile (rezil istekler) ile ve nefsânî müştehiyatla (nefsi arzularla) onu aldatamaz; çabuk o nefsin belâsından kurtulur.

İşte, mü’min sırr-ı imanla ve teslimiyet ve tevekkülle, o ağır nüzul gibi hastalıktan, az bir zamanda, ehl-i velâyetin çileleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuz düşer.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey kimsesiz, garip, biçare hasta! Hastalığınla beraber kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalbleri rikkate (inceliğe)  getirirse ve nazar-ı şefkati celb ederse, (şefkat bakışını getirirde) acaba Kur’ân’ın bütün sûrelerinin başlarında kendini “Rahmânü’r-Rahîm” sıfatıyla bize takdim eden (sunan) ve bir lem’a-i şefkatiyle (şefkat parıltısıyla) umum (bütün) yavrulara karşı umum valideleri (anneleri) , o harika şefkatiyle terbiye ettiren ve her baharda bir cilve-i rahmetiyle zemin yüzünü nimetlerle dolduran ve ebedî bir hayattaki Cennet, bütün mehâsiniyle (güzellikleriyle) bir cilve-i rahmeti (merhamet görüntüsü) olan senin Hâlık-ı Rahîmine imanla intisabın (bağlanman) ve Onu tanıyıp hastalığın lisan-ı acziyle (acizlik diliyle) niyazın (duanın) , elbette senin bu gurbetteki kimsesizlik hastalığın, herşeye bedel Onun nazar-ı rahmetini sana celb eder (yöneltir).

Madem O var, sana bakar; sana herşey var. Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki, iman ve teslimiyetle Ona intisap etmesin (bağlanmasın) veya intisabına ehemmiyet vermesin.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey mâsum hasta çocuklara ve mâsum çocuklar hükmünde olan ihtiyarlara hizmet eden hasta bakıcılar! Sizin önünüzde mühim (önemli) bir ticaret-i uhreviye (ahiret ticareti) var. Şevk ve gayretle o ticareti kazanınız.

Mâsum çocukların hastalıklarını,
o nazik vücutlarına bir idman (spor),
bir riyazet (çile)
ve ileride dünyanın dağdağalarına (sıkıntılarına) mukavemet verdirmek (karşı koydurmak) için bir şırınga-aşı
ve bir terbiye-i Rabbâniye (Allah terbiyesi) gibi,
çocuğun hayat-ı dünyeviyesine (dünya hayatına ) ait çok hikmetlerle beraber
ve hayat-ı ruhiyesine ve tasaffî-i hayatına medar olacak (ruhiş hayatının saf hale gelmesine sebep olacak)
büyüklerdeki keffâretü’z-zünub (günahlara karşılık) yerine,
mânevî ve ileride veyahut âhirette terakkiyât-ı mâneviyesine medar (manevi yükselişlere sebep) şırıngalar (aşılar) nev’indeki hastalıklardan gelen sevap,
peder ve validelerinin (anne ve babalarının) defter-i a’mâline (amel defterine) , bilhassa sırr-ı şefkatle (şefkat sırrıyla) çocuğun sıhhatini kendi sıhhatine tercih eden validesinin (annesinin) sahife-i hasenâtına (iyilikler defterine) girdiği, ehl-i hakikatçe (hakikat ehli) sabittir.

İhtiyarlara bakmak ise, hem azîm (büyük) sevap almakla beraber, o ihtiyarların-ve bilhassa peder ve valide ise-dualarını almak ve kalblerini hoşnut etmek ve vefâkârâne hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medar (sebep) olduğu, rivâyât-ı sahiha (peygamberden gelen doğru hadislerle) ile ve çok vukuat-ı tarihiye ile (tarihi olaylarla) sabittir. İhtiyar peder ve validesine tam itaat eden bahtiyar bir veled (çoduk) , evlâdından aynı vaziyeti gördüğü gibi; bedbaht bir veled, eğer ebeveynini (anne-babasını) rencide etse, azâb-i uhrevîden (ahiret azabından) başka, dünyada çok felâketlerle cezasını gördüğü, çok vukuatla (olaylarla) sabittir.

Evet, ihtiyarlara, mâsumlara, yalnız akrabasına bakmak değil, belki ehl-i iman-madem sırr-ı imanla uhuvvet-i hakikiye (hakiki kardeşlik)  var-onlara rast gelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa, ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyetin muktezasıdır (gereğidir).

YİRMİ BEŞİNCİ DEVÂ

Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi (faydalı) ve her derde devâ ve hakikî lezzetli kudsî (kutsal) bir tiryak (ilaç) isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz (geliştiriniz). Yani, tevbe ve istiğfar (af dileme) ile ve namaz ve ubudiyetle (kullukla) , o tiryak-ı kudsî (kutsal ilaç) olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz (kullanınız).

Evet, dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden, güya, adeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük, hasta, mânevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak (yok olma ve ayrılma) darbelerine, yara ve bere içinde olan o mânevî vücuduna birden şifa verip, yaralardan kurtarıp hakikî şifa verdiğini pek çok risalelerde kat’î ispat etmişiz. Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum.

İman ilâcı ise, ferâizi (farzları) mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesât-ı nefsâniye (nefsani arzular) ve lehviyât-ı gayr-ı meşrua (meşru olmayan oyunlar) , o tiryakın (ilacın) tesirini men eder (engeller) . Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştahı kesiyor, gayr-ı meşru (uygun olmayan) keyiflere gitmeye mâni (engel) oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî imanın kudsî (kutsal) ilâçlarından ve nurlarından,
tevbe ve istiğfarla (af dilemekle) , dua ve niyazla istimal ediniz (kullanınız).

Cenâb-ı Hak (Yüce allah) sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffâretü’z-zünub (Günahlarınıza keffaret ) yapsın. Âmin, âmin, âmin.

Bu konuyla ilgili Yorum Yapın

Mailiniz yayınlanmayacak



Başa Dön
ergene haber ogretmenler.org felsefe çorlu haber