Ruh zîhayat, zişuur, nuranî, vücûd-u hârici giydirilmiş, câmi, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emridir.¹
Ruhun külliyet kesp etmesi, elbette çok gâyelere ve maksatlara mâtuftur. Fakat bizim burada üzerinde duracağımız vecih, daha çok ruhun nuraniyeti hakkındadır. Bilindiği üzere ruh, bölünmez tek bir cevherdir. Aynı zamanda Üstadın, ruhu açıklarken beyan ettiği, nurani olması da bütün ulema ve ehl-i tahkikin kabul ettiği bir nazariyedir. Evet, ruh nuranidir. Yani bizim şu cesedimiz gibi kesif değildir. Ayrıca, elle tutulur bir yanı da yoktur. Ve görmek, işitmek, koku almak için bir göze, kulağa ve buruna da ihtiyaç yoktur. Yani nurani ve tek bir cevhere sâhip olduğu için ruh her tarafıyla görebilir, her tarafıyla duyabilir ve koku alabilir. Şu cesetteki maddi âletlere de muhtaç değildir. Buna şu dünyada ruhun nasıl bir yapıya sâhip olduğunu göstermek için birçok numune gösterebiliriz. Rus gazetelerinde çıkan habere göre, Rosa isimli küçük kız topuğuyla koku alıyor, diliyle görebiliyordu. Ayrıca bir çok internet sitesinde de bu tür haberlere rastlamak mümkün. Doğuştan görme engelli “Yarasa Çocuk” Lakaplı Murray, sâdece dilini şıklatarak ekolokasyon tekniğini uyguluyor ve bu teknikle görebilen Murray, istediği gibi koşabiliyor, basketbol oynayabiliyor… ²
Aylin, 12 yaşında tatlı, kendi hâlinde bir kız. Bu kız neler mi yapıyor? Gözlerine bant takıyor, eline verdiğin her şeyin rengini söylüyor. Görmeden… Sâdece dokunarak… Enerjisini hissederek… Fotoğraflara bakıp kişilerin yaşayıp yaşamadığını söyleyebiliyor… Yine gözleri kapalı, dergilerin üzerinde yazan şeyleri okuyabiliyor. ³ Tabi insan buna şaşırıyor. Çünkü bu hâdisenin bilimsel olarak açıklaması mümkün değil. Onun için gündemde canlı tutulmuyor. Belki de, bilimin iflasını gösteren bu hâdiselerin fazla iştihar etmemesinin bir başka sebebi de, işin başka bir tarafa gitmesidir…! Ayrıca Peygamber Efendimizin (asm) şu hadisine dikkatle bakmamız gerekir: “Ben önümü gördüğüm gibi arkamı da görürüm.“4 Buhari ve Müslim, Ebû Hüreyre’den ittifakla şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: “Bir defasında Resûlullâh Efendimiz (asm) bizlere hitaben: “Siz benim yalnız ön tarafı mı gördüğümü sanıyorsunuz? Vallahi sizin rükûnuz da secdeleriniz de bana gizli değildir! Ben sizi arkamdan da görmekteyim” buyurdular.
Bunlar hep ruhun nurani bir ruhani olmasından kaynaklanıyor. Bu sebepten dolayı, cinlerin sert taş ve duvardan geçmeleri, Azrail aleyhisselamın, aynı anda birçok kişinin ruhunu kabzetmesi, bu nuraniyet özelliğine bağlıdır. Burada akla şu sual geliyor: “Acaba bizim gibi insanlar da ruhun bu özelliğini işlettirip aynı anda bir çok yerde olabilir mi? Artık insanın görmek için göze, duymak için kulağa muhtaciyeti biter mi? Artık maddi cesedimizin mahkûmiyetinden kurtulup, ruhun hâkimiyetiyle iş görüp abdallar gibi bir anda bir çok yerde bulunup Abdulkadir Geylani gibi mekânımıza uçarak gelebilir miyiz? Bu suâllere “evet” cevabını verebiliriz. (Bu yol açıktır, fakat çok nâdir insanlara nasip oluyor) Peki nasıl?
Cevap: Kısa ve öz bir şekilde marifetullah yolunda mesafe kat ederek, külliyet kesbedip cesede hükmetmekle şu maddiyattan sıyrılıp cesedimizi nuranileştirerek temessül edebiliriz. Şimdi Risâle-i Nur’dan, bu konu hakkında Üstad’ın serdettiği cümlelere ve iktibaslara bakalım: Tevhidin bir burhan-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, risalet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icmâlarını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icmâkârâne tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nuranî bir pencereyi marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Muhyiddin-i Arabi, Abdulkadir Geylani gibi milyonlar muhakkikin-i asfiya ve sıddıkin o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı?5 Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.6Hattâ evliyâdan, ziyade nuraniyet kesbeden ve abdâl denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misâlin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ve seyahat suretine geçerler ve o ruhaniler, hayal sür’atiyle o merâya-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.7 Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde, birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir, isterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nurâniyet kesb etmiş ise, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir. 8 Evet, Üstad Hazretleri, yukarıdaki iktibaslardan da anlaşıldığı gibi, ruhu işlettirip cismaniyetten çıkmayı marifetullaha bağlamış ve aynı zamanda abdallar gibi, maddi kayıtlardan kurtulup evliyadan fazla nuraniyet kesbederek temessül etmeyi ve aynı anda birçok yerde olmayı marifetullaha bağlamıştır. Bu mevzuda eğer temessül bahsine de değinmezsek, biraz muğlak kalır kanaatindeyim. Çünkü nuraniyeti anlamak için temessülü iyi anlamalıyız, iki kavram da birinden ayrılmaz bir bütündür. Fakat çok geniş bir konu olduğundna, kısaca temessülün üç farklı veçhinden bahsetmek gerekirse;
Birincisi: Kesif, maddi şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, aynı değil. Hem mevattır, ölüdür. Hürriyet-i sûriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Mesela sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekileri ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.9 Evet, aynada görülen görüntü canlı değildir ve suretimizden başka hiçbir özelliğimizi yansıtmamaktadır.
İkincisi: Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil. Mâhiyeti tutmuyor, fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Mesela: Şems dünyaya girdi. Her bir âyinede aksini gösterdi. O akislerin her birinde, güneşin hâssaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb’a bulunuyor.10 Maddi nurani, yanı yarı nurani de diyebiliriz. Mesela, elimizde ayna olsa ve o aynayı güneşe doğru tutsak, aynamızda ısısı, ışığı ve elvan-ı seb’ası ile bir küçük güneş var diyebiliriz. Tamamen aynısı değil, fakat tamamen de gayrısı değil. Ayrıca hayat dardır, fakat aynanın kabiliyeti göstermiyor. Fakat toprak aynası, kıpır kıpır canlı olduğunu ve elvan-ı seb’asını çıkardığı nebatat ile göstermektedir diyebiliriz.
Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır hem aynıdır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nispetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mâhiyet-i nefsü’l-emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevide bulunduğu bir anda, huzur-u İlahide haşmetli kanatlarıyla, Arş-ı A’zam’ın önünde secdeye gider.11 Ruhaniyet nuranidir. Bir şekil ve cesettle mukayyet değildir. Sâdece temessül ettiği varlığın şeklini kolayca alabilirler. Tabi o aynanın kabiliyetine göre. Mesela Hazret-i Cebrail’in, Dıhye (ra) suretinde gelmesi, nurani bir ruhaninin maddi ceset giymesi, sâdece temessüldür. Yoksa asıl itibariyle değildir. Onun için nefsü’l-emriyesi tam tutmuyor.
Hâsıl-ı kelâm, ruhaniyet asıl itibariyle nuranidir. Onun içinde temessülü de hayatdardır. Çünkü yarı nurani olan bir güneşin temessülünde bile bir hayatdarlık var. Öyle ise güneşten çok daha nurani olan ruhaniyet tamamen hayatdardır. Fakat temessül ettiği aynaların kabiliyetlerine göre, bir donanıma sahiptirler. Evet, ruhaniyatın temessül ettiğini ve ruhların çağrılma hâdisesinin (celb-i ervah) ve o ruhaniyatın temessül sırrıyla geldiklerini, aynı zamanda bu sır ile şeffaf hâdisenin gerçekleşeceğini, Hazret-i Azrail’in birçok yerde bir anda bulunup ruhları kabzetmesi ve Peygamber Efendimizin (asm) salâvatları bizzat kabul etmesini, Üstad Hazretleri temessül sırrıyla açıklıyor. Evet, Üstad Hazretleri Yirminci Söz’den iktibas edilen yerle, temessül-ü ervahın hakikatini açıkça gösteriyor. Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem “fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ” misillü bazı âyetler, ruhanilerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha tayyibe ise, medenilerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddi ve ciddi bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddi olarak ve ciddi bir maksad için Muhyiddin-i Arabi gibi zâtlar ki istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevi istifade etmektir ki âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar.
KAYNAKLAR: ALTIN BAŞAK NEŞRİYAT (A.B.N) 1. A.B.N Sözler Yirmidokuzuncu Söz, 196 2-Sabah 3-Radikal 4- Ebû Davud, Salat, 93, 98; Nesei, İmame, 28 5- A.B.N. Siracu’n Nur, Otuzüçüncü Söz, 165 6- A.B.N, Lemalar, Onyedinci Lema, 144 7- A.B.N, Tılsımlar, Onaltıncı Söz, 53 8- A.B.N. Siracu’n Nur, Otuzüçüncü Söz, 164 9- A.B.N, Tılsımlar, Onaltıncı Söz, 24 10- A.B.N. Tılsımlar, Onaltıncı Söz, 24 11- A.B.N. Tılsımlar, Onaltıncı Söz, 24