İnsanoğlu, kendi gerçekliğini tanımadan, kendi kimliğinin ne olduğunu keşfetmeden ve keşfettiği bu kimliği ile şu küre-i arzda sabitkadem olmadan, hakikatin ne olduğu konusunda hiçbir zaman emin olamaz. Çünkü şu dünyada insanlar adedince seyyal dünyalar, yani düşünceler vardır. Bu farklı farklı dünyalar ve kâinatlar, bütünün âhenginden koparılıp kendi izâfi, ferdi hallerine bırakıldıklarında ortaya, sonunda yokluğu doğuracak dehşetli bir “keşmekeşlik” (kaos) çıkar.
Yüzlerce yıldır yaşadığımız felsefi, ahlaki, kültürel fırtınalar neticesinde; bittabi bugün fikri, rûhi ve kalbi savrulmalarımız vardır ve maalesef bu sebeple aklımız, kalbimiz çoğu zaman kâinata oldukça şaşı bakabilmektedir. Dehşetli inkılapların ve infilaların asır olan 20. asır, var oluşumuzu anlamlı kılan her şeyimiz gibi en önemli varlığımızı, yani kimliğimizi de şuurumuzdan, kalbimizden çekip almıştır.
Bu asrın bizden aldıkları karşılığında hediye ettikleri ise; yürekten akla bir hüsran çığlığıdır ki, bu sessiz çığlık; rûhi bunalımlar, dehşetli günahlar, elim vicdan azapları, korkunç zulümler ve sarsıcı imâni zaafiyetler olarak kimlik bünyemizde tezahür etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin, yüz küsür yıl önce Tabiat Risâlesinin başlarında söylediği gibi: “İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; eh-i imanı bilmeyerek istimal ediyorlar.” Çok şükür ki Risâle-i Nurlar, ayarından çıkmış, rotasını kaybetmiş ve diğer bütün dünyevi aidiyetlerin yanında, hala daha ehl-i iman olmakla kendilerini tanımlama direncini gösteren mütehayyir kitlelerin rûhi ikilemlerine çareler sunmuştur.
Gerçekte kimliksizlik dediğimiz kavram, bizi Allah’la irtibatlandıran imâni, İslâmi ve Kur’âni bağlarımızı koparan, ama bunun yerine pek çok “fâni” ve “dünyevi” kimliğe ikâme eden bir kavramdır. Risâle-i Nurlar öncelikle bizi bu belirsizliklerden ve anlamsızlıklardan kurtarmış, “ubuddiyet” kimliğimizin nüfus kütüğünü gözlerimizin önüne sermiştir. Çevremize baktığımızda, kendilerini “hoca”, “din bilgini” vb. sıfatlarla tanımlayan ama kimlik krizinin en üst mertebelerinde feveran eden yüzlerce karakter olduğunu görürüz. Sahabeleri, mezhep imamlarını, hadisleri ve İslâm’ın binlerce yıllık, ilim, medeniyet, kültür birikimlerini yok sayan bu zihniyetin mensupları, Allah’ın isim ve sıfatları konusunda bile insanları şüphelere sürüklemekten geri durmamıştır.
Tesadüfçü evrimi savunanlardan batıl reenkarnasyon inancının propagandasını yapanlara; Allah’ın gelecekteki fiillerimizi kuşatan ezeli ilmini inkar edenlerden Rabbimizi zaman gibi fâni sınırlarla sınırlandırmaya çalışanlara kadar, yüzlerce yoldan çıkarıcı telkinatı pervasızca neşretmektedirler. Bu zihniyet mensupları bütün bu fikri hezeyanlarına “Kur’an İslam’ı” gibi yanıltıcı isimler vererek, kitleleri Kur’ân’a çağırdıklarını söylemekte, hakikatte ise insanları kendi dar, ihatasız ve oldukça da kısır anlayışlarına çağırmaktadırlar. Bediüzzaman, 27.Söz’de mezheplerin gereksiz olduğunu söyleyen bu zihniyetin desise-i şeytaniyenin esiri olduğunu şöyle anlatır: “İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile başlarını mezâhibin zincirinden çıkarıyorlar.” Hatta o kadar ileri gitmektedirler ki, asr-ı saadetten bugüne, yüksek anlayışlarına erişemedikleri bütün ehl-i imanı ve sevâd-ı izamı şirkle, küfürle bile itham ediyorlar.
Risale-i Nur’un mesleği “tahtiye”cilik yani “tekfircilik” olmadığı için, elbette bizim bu zihniyet mensuplarını kavl-i leyyinle, ilimle, hikmetle ve delâil-i Kur’âniye ile ikaz etmekten başka da bir vazifemiz olamaz. Bunun ötesinde, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerim ayetlerini yansıtan Ehl-i Sünnet inanışını tehdit eden bu zihniyet mensuplarının propaganda hedefi içindeki bütün ehl-i imana, daha etkili yöntemlerle, daha seri ve daha zamanında ulaşmamız gerekiyor.
Risale-i Nur’un bütün Müslümanlara Ehl-i Sünnet akidesini adres gösterişi gibi bizler de ehl-i imana, Bediüzzaman gibi hâlen ve kâlen şöyle seslenmeliyiz: “İşte, ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinninin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemat kalesine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul” (13.Lem’a) Bu ifadeler de açıkça göstermektedir ki, evliyaların kerametlerini ve tasarruflarını inkâr eden, hadis-i şeriflere hurafe diyen, Allah’ın ezeli ilmini hafife alan, sahabeleri küçümseyen, mezhepleri gereksiz kabul eden bütün Ehl-i Sünnet karşıtı görüşlerle fikri mücadele, Risâle-i Nûr’un vazifelerinden birisidir. Çünkü Risâle-i Nur hizmeti karargâh olarak Ehl-i Sünnet ve’l cemaat itikadını belirlemiş ve bizleri de böylece, yazımın başlarında ifade ettiğim “kimlik savrulmalarından” muhafaza etmiştir. O halde Risâle-i Nur dairesinin içinde bulunan herkes, aynı zamanda Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat dairesinin de içerisindedir ve Ehl-i Sünnet’in itikadi değerleri Nur ehlinin de kabul edip müdafaa edeceği değerlerdir.
Davamız olan İttihad-ı İslam meselesi ise bambaşka bir konudur. Kimliğimizi belirlemek ve itikadımızı Ehl-i Sünnet esası üzerine sabitlemek bizatihi İttihad-ı İslam’ın da bir gereğidir. Kendi kimliğimizin farkına varmak o kimliği savunmak ve o kimliğin gereklerini uygulamak, diğer mezhep mensuplarını dışlamak, tekfir etmek anlamına gelmez. Zaten böyle bir durum Risâle-i Nur’un ittihad ve uhuvvet mesleğine de münafidir. Bu noktada yapılması gereken, pergelin itikad ucunu öz kimliğimiz olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in müstakim yoluna olabildiğinde sabitlemek, siyaset ve uhuvvet-i İslamiye ucunu ise olabildiğinde geniş tutup kürreyi arz çapında bir İttihad-i İslam dâiresi çizmektir.