İskilipli Mehmed Atıf Efendi’nin bedeni dar ağacında sallanıyor. Sene 1926… O’nu dar ağacı yollarına düşürense, Frenk Mukallidliği ve Şapka adlı risalesinde, şapka devrimine muhalif olması. Sene 1926, Vitali Hakko iş hayatına atılıyor, kendisine büyük bir servetin kapıları açılıyor. Ona servet kapılarını açansa yine aynı şapka devrimi. İskilipli Atıf Hoca idamından bir yıl evvel İslam’ın şeairine el uzatılıyor sancısıyla eserini kaleme alırken, Vitali Hakko kendi sözleriyle şöyle diyor “Şapka reformuyla, çarşafın ve fesin atılmasıyla ilk aklıma gelen şey şapka yapmak oldu.” Bir zaman sonra hem şapkanın hükmü hem modadaki yeri kalkıyor. Fakat müslümanların başlarından kalkmayan yeni bir ürün var: Hakko’nun Vakkosu…
Eğer biz bugün bir başörtüsünün üzerindeki etiketle kendimizi değerli hissediyorsak, bu Allah’ın katındaki etiketim nedir kaygısından uzak olduğumuzu gösterir. Oysa Allah beni beğensin diyerek yaşayanların yaptıklarına üzerinde dolaştığımız yeryüzü de şahittir.
İskilipli Atıf hoca canını ortaya koyup idam edildi. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’ye eziyet ettiler, başındaki sarığa müdahale etmek istediler, o ise sert bir şekilde şöyle dedi;” Bu sarık bu başla birlikte çıkar.”
Üstad Lemalar adlı eserinde şöyle diyor; “Teveccüh-ü nas istenilmez, belki verilir; verilse de, onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa, ihlası kaybeder, riyaya girer. Şan ü şeref arzusuyla teveccüh-ü nas ve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azab-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından teveccüh-ü nası arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lazımdır. Şöhrestperestlerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın.”
Fahiş paralar harcanarak alınan markaların altında yatan asıl gerçek ise bizdeki bu teveccüh-i nas arzusu olduğu kanaatindeyim. Bu öyle bir arzu ki uğrunda neye, kime hizmet ettiğini bilmediğimiz kimseleri zengin ediyor hatta bazıları tarafından ümmetin başına büyük belalar açıyoruz. Biz insanlara gösteriş yaparak değerli olduğumuzu sanıyoruz. Hakikat-i Resulullah (s.a.v) söylüyor ” Her kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Her kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır.” (Müslim, Zühd, 38)
Madem teveccüh-ü nasdan, insanların beğenisinden bu kadar kaçınılması gerekiyor o halde insanların karşısına en paspal kıyafetlerimizle mi çıkalım? Mekarim’ul-Ahlâk adlı eserde şöyle deniyor: Peygamberimiz (s.a.v) aynaya bakar, saçını ve sakalını tarardı. Kimi zaman (ayna bulamadığında) suya bakarak saçını düzeltirdi. Aile fertlerine karşı yaptığından daha çok ashabı için süslenirdi ve “Allah, kulunun arkadaşlarının yanına giderken hazırlanıp süslenmesini sever.” derdi.” Meşru daire şartıyla, israfa kaçmadan, gösteriş niyeti olmadan kaliteli ürünleri kullanmakta bir beis olmasa gerek.
Efendimiz’in çok veciz bir şekilde ifade ettiği “Ameller niyetlere göredir.” meselesinden olsa gerek. Ve bu öyle bir mesele ki hayatımızın her alanında var. Sadece niyet aynı işler arasında uçurumlar oluşturabiliyor. En basitinden şöyle bir örnek verelim. Ne kadar da lezzetli olmuş densin diye gösteriş için yapılan bir pastayla, 21. Söz’de Üstadımızdan aldığımız dersle, Rezzak-ı Hakiki’nin malını O’nun mahlukuna veren bir tevziat memuru nazarıyla kendisine bakan bir kimsenin yaptığı pasta… İkinci kişi eğer namazını’da kılıyorsa hem bir pasta hem de ibadet yapmış oluyor. Sürekli sınanıyoruz. Akıbetimizin hayrolması duasıyla…
“İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize dünyada ver” der; onun ahirette nasibi yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki: Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru” der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesabı pek seri görendir.” (Bakara Suresi, 200-202)
Allah razı olsun.