Günümüzde, pek çok kavram gibi “ihtiyarlık” kavramı da kökenindeki derin anlamları yitirmiş, kimi gâfiller tarafından hakaret ya da küçümseme anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Son yüzyıllarda yakalandığımız umûmi iman zaafiyeti hastalığının ardından, kitleleri kasıp kavuran ikinci bir kahredici fırtına, maalesef ki “ahlak anarşisi” oldu. İman ve ahlak duyguları zayıflamış gençler, en çok şefkate muhtaç olan “ihtiyarlar” taifesine karşı gerekli hürmet ve şefkati gösteremez oldular maalesef. Halbuki Kur’ân-ı Kerim pek çok âyetiyle ihtiyarlara hürmeti ve şefkati emretmeseydi bizlere. Çünkü fıtratın gereği buydu ve fıtrat ise asla yalan söylemezdi. Hakkın değil de, gücün üstünlüğüne dayanan tesadüfçü felsefeler düşünce dünyamızı sarıp sarmaladığından beri fıtratın gereğini buyuran aşağıdaki ayet-i kerimelere ne kadar da yabancılaştık: “Ve Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlığa erişirse, sakın onlara ‘öf!’ bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle! Hem onlara merhamet(in)den alçak gönüllülük kanadını indir ve de ki: ‘Rabbim! (Onlar) beni küçük iken nasıl (merhamet edip) yetiştirdilerse, (sen de) onlara (öyle) merhamet eyle!” (İsra suresi 23-24.ayetler)
Nice “öf”ler, “moruk”lu isyan cümleleri döküldü dillerimizden ihtiyarlarımıza karşı. Nice fıtrat dışı söylemlere saplanıp, cennetin ve dünya saadetinin en kestirme yolu olan ihtiyarlara hürmet hakikatini incittik ve hatta ayaklarımızın altında çiğnedik vicdansızca.
İhtiyarlarımızı ölümün dehşetini hatırlatan, konuşmalarıyla huzurumuzu bozan, ihtiyaçlarıyla rahatımızı kaçıran vebalılar olarak gördük ve onları “Huzurevi” adını verdiğimiz “Kahırevlerine, yalnızlık hapishanelerine, idam salonlarına” tıkıp kaçtık.
Paylaştığım ayetlerde Rabbimiz “tevhid ve ubûdiyetten” sonra ihtiyarlara hürmeti emretmektedir dikkat ederseniz. Demek ki, anne babaya, dolayısıyla ihtiyarlara hürmet şirke bulaşmamış tahkiki imanın fıtri bir neticesidir aslında.
Kendisini bilmeyen, kâinatın yaratıcısı olan Allah’ı tanımayan ve dahi O’na layıkınca muhabbet beslemeyen nesillerin ihtiyarlarımızın değerini bilmesi de mümkün değil demek ki. Halbuki “ihtiyar” kelimesi, bir cihetiyle insanlığın rüşd ve kemâlat mevsimini anlatan bir kelimedir. “Seçim” anlamında da kullandığımız bu kelime, “seçmeleri ve tercihleri” olgunlaşmış, yani tutarlılaşmış yaşlılarımız için kullanılmıştır.
Günümüzde bile geçmişin o kâmil ihtiyarlarının sözlerine “ata sözü” deyip, hâla daha o “sâhib’ul ihtiyarların” veciz sözleriyle yanlışı doğrudan ayırmıyor muyuz? İhtiyar kelimesi “hayr” kelimesiyle de kökendaştır. Bu manasıyla okunduğunda “ihtiyar” kelimesi hayırlanmış, mübârek insan” anlamını da içerir ki, aşağıdaki hadis-i şerif bu gerçeği çok açık bir şekilde ortaya koyar: “Aranızda beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa, belalar üzerinize sel gibi yağardı.” (el-Aclûni, Keşfü’l Hafa, 2:163; Süyûti, Kenzü’l-Ummâl, 9:167; İmam-ı Gazâli, İhyau Ulûmi’d-Din, s.341; Mecmeu’z Zevaid, 10:227; Beyhaki, es-Sünenü’l- Kübra, 3:345)
“Bediüzzaman Hazretleri ilgili hadis-i şerifin açıklaması sadedinde 21. Mektup’ta şu izahlarda bulunur: “Ey insan! Madem canavar (kedi) suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor. Öyle ise, mahlûkatın en mükerremi olan insan; ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman; ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyân aceze, alil ihtiyareler; ve alil ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstehak bulunan akrabalar; ve akrabaların içinde dahi en hakiki dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve لَوْلاَ الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلاَۤءُ صَبًّ sırrıyla yani, “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti” ne derece sebeb-i def-i musibeat olduklarını sen kıyas eyle.”
Yukarıdaki ibarelerden de anlaşılmaktadır ki “ihtiyarlar” insanlığın kemâlat ağacının en tepe noktasında durmaktadırlar. Yâni ihtiyarlar Rabbimizin cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttıran ayaklı birer âyinedirler aynı zamanda. Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal sahibi olan Rabbimiz, cemâlini ve kemâlini bütün mahlûkatında gösterdiği gibi elbette insanlık âleminde de şa’şaalı bir şekilde tecelli ettirmektedir.
Çocukluk ve gençlik döneminde “Cemal” ism-i şerifine âyinedarlık eden insan, ihtiyarlık döneminde de “Kemal” sıfatının tecellilerine mazhar olur. İmanlı ihtiyarlık dönemi, bu bakış açısıyla ‘bakıldığında’ insanlığın çiçek ve meyve dönemidir. İmanlı ihtiyarlar öyle bir sonsuz meyveyi doğurmaya hazırlanmaktadırlar ki, kozalarını örmüş de kelebekleşmeyi bekleyen tırtıllar gibi “Cemâlullahla” müşerref olacakları kutlu bir döneme kanatlanmanın tatlı heyecanını her an hissederler. Bu şevk ve arzuyla tefekkürlerini ve ibadetlerini arttırırlar, sünnet-i seniyyeden öğrendikleri kemâl-ı ahlakın en parlak libaslarını giyerek adeta melekleşirler, nûrani birer insan-ı kâmile dönüşürler.
İhtiyarlık, eğer imanla, Kur’an’la ve sünnet-i seniyyeye ittiba ile cilalanırsa, sonsuz cennetleri yansıtan bir âyine-yi kemal olur. Torunlardan gelinlere, evlatlardan eşlere herkes bu kemalat kevserinden kana kana hissesini yudumlar. Herhalde insanın başına gelebilecek en kötü musibet ve ihtiyarlıktan da öte bir ihtiyarlık, bu kemalat dönemini küfürle, günahlarla ve sefahatlerle geçirmek olmalıdır. Kemâlat ayinesi olmak yerine din ve inanç karşıtlığıyla esfel-i safiline yuvarlanmayı seçen ihtiyarlarımız da elbette ki vardır, olabilir.
Konuyla ilgili bir hadis-i şerifin şerhi sadedinden Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı şu açıklama bu konuya da ışık tutar: “En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesâtta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tabi olur.” (23.Mektup)
Bize düşen, her ihtiyarda Rabbimizin “Kemal” sıfatının tecellilerini görmek ve bu sıfatın ayaklı âyineleri olan bütün ihtiyarlarımıza hürmet etmektir. İkinci anne-babalarımız olan kayınvalidelerimizin, kayınpederlerimizin kalplerini kırmaktan, onların kusurlarını yüzlerine vurmaktan ve onları birer düşman gibi görmekten de çekinmeliyiz. Kendilerindeki bu kemâli yansımaları göremeyen-gösteremeyen ihtiyarlarımız varsa, onlara da İhtiyarlar Risalesi üslubuyla, kavl-i leyyinle, nezihâne ve nâzikane bir şekilde hakikatleri anlatmalı ama asla incitici, kırıcı olmamalıyız.
Unutmayalım ki, çevremizde gördüğümüz bütün o ihtiyar ve ihtiyarelerin sûri, bedeni yaşlılıkları geçicidir ve onları sonsuz bir gençlik baharı beklemektedir. Bir gün bizler de o kemâlat mevsimine erişeceğimize göre, o gün biçmek istediklerimiz neyse bugün onları ekelim; bize yarın nasıl davranılmasını istiyorsak ihtiyarlarımıza da öyle davranalım.